23 Kasım 2021 Salı

 Under The Oak Tree - 176. Bölüm

Max onun yüzünü görmek istemediğini söylese de aynı odayı paylaştıklarından bu imkansızdı. Onu görmek kaçınılmazdı. Max'in çocuksu yaklaşımı benimsemesinin nedeni buydu: sessiz muamele.

"Maxi, hadi konuşalım."

Her zamankinden daha erken odasına çekilen Riftan endişeyle yatağın yanında volta attı. Max, bir tırtıl gibi, örtüleri başının üzerinde olacak şekilde yatakta hareketsiz yatıyordu. Riftan uzanıp örtüleri çekti ama Max titreyen parmaklarıyla tüm gücüyle geri tuttu. Hatta ona bir ipucu vermeye çalışıyormuş gibi horlama sesleri bile çıkardı.

"Lanet olsun, uyumadığını biliyorum. Kalk."

Battaniyeleri çeken güç arttıkça Riftan muhtemelen daha da tedirgin oluyordu, ama Max gözlerini sımsıkı kapatıp battaniyelerin sunduğu kapsama alanını kaybetmemek için elinden geleni yaptı. Yatağın yanındaki yerde bir hışırtı duydu.

"Gerçekten bunu yapmaya devam mı edeceksin? Bir süre önce ben..." Riftan'ın sesi aniden daha zayıf bir tona dönüştü. Sonra, sanki pes etmiş gibi, örtülerin çekilmesi durdu ve o, yanına otururken yatağın içine battığını hissetti. Kısa bir sessizlikten sonra soğuk bir sesle tekrar konuştu. "Tamam, ne istersen yap."

Riftan ayakkabılarını çıkardı ve yanına yattı. Max, küskün hissederek ondan olabildiğince uzaklaştı ve battaniyeye sımsıkı sarıldı. Onunla konuşmak istemiyordu, ama onunla barışmaya çalışmaktan bu kadar kolay vazgeçtiğinde, gerçekten üzüldü. Yine de ne istiyordu? Onu kucaklamasını, teselli etmesini mi istiyordu? Ve sert sözleri için özür mü dilemesini? Her iki durumda da, Max onun soğuk kalpli tavrı yüzünden ihanete uğradığını hissetti.

Soğuk savaş ertesi gün de devam etti. Max, Riftan isteksizce onu yalnız bırakana kadar yorganın altına saklandı. Ancak o zaman kalkıp Ruth'un kulesine saklandı. Gününü her zamanki gibi şifalı otları okuyarak ve öğüterek geçirdi ama Riftan'ın sert sözleri zihninde tekrar edip duruyordu ve güçlükle konsantre oluyordu.

Max masaya çöktü ve dudağını ısırdı. Ne kadar çok çalışırsa çalışsın ve ne kadar başarılı olursa olsun, Riftan onu görmedi. Dahası, beceri açısından karısı olabilecek güzel kraliyet büyücüsünün parmak uçlarına bile ulaşamadı.

Mantıksız düşündüğünü biliyordu ama elinde değildi. Riftan, pratikte günde beş saatle sınırlı olan yatak odasının dışındaki yaşamına onu dahil etmeye niyeti olmadığını açıkça belirtti. Max evcil bir kedi gibiydi, tüm gün odada oturup, sadece ara sıra onun bir evcil hayvanı sevmesini kabul etti. Yine de kalbi neden bu kadar acıyordu? Reddedilmeye ve işe yaramaz olarak yaşamaya alışmıştı oysa ki.

Kendini küçümseyen bu düşünceler onu tükettiği için işine odaklanamıyordu. Genelde günün o saatinde revire uğrardı ama uzun süre tereddüt etti. Herkesin önünde böyle hararetli ve utanç verici bir çığlık atmadan önceki gün, derisinin herkesle yüzleşecek kadar kalın olup olmadığından emin değildi. Ama gitmeme fikri gururunu incitmişti, herkes onun sözlü saldırısına yenildiğine inanacaktı.

Max kaşlarını çattı. Utangaç ve zayıf kalpli bir kadın olarak bilinmek istemiyordu. Enerjik ve parlak prensesle karşılaştırılmaktan korkuyordu. Uzun bir iç çekişmeden sonra nihayet bir çanta dolusu hazır otla revire gitti. Revirin bulunduğu şövalye karargahına doğru yürürken beklendiği gibi şövalyeler ona tedirgin gözlerle baktılar.

Sadece ecza dolaplarını doldurmak için orada olduğunu söyleyerek bahaneler uydurmak istedi. Antrenman sahasının girişine ulaştığında, büyük demir kapıların arkasına saklandı ve Riftan'ın yakınlarda olup olmadığını görmek için etrafına baktı, sonra hızla şövalyelerin karargahına doğru koştu.

Yan kapıdan revire gizlice girerken bileğinde bandajlar olan bir genç adam gördü. Göz göze geldiklerinde adam hemen doğruldu ve kibarca ona eğildi.

"Selamlar, Leydi Calypse. Bugün geleceğinizi düşünmemiştim."

"Otları yenilemeye geldim... ağrı kesici bitiyor..." Neredeyse anlaşılmaz sözler söyledi ve bileğine baktı. "Bileğini mi i-incittin? Ona.. ona bir iyileştirme büyüsü yapmamı ister misin?''

"İyiyim. Kılıcımı kullanırken eklemlerime zarar vermesin diye etrafına bir bandaj sardım.'' Şövalye nazikçe gülümsedi ve elini umursamazca salladı.

Max içini çekti, rahatlamıştı. Riftan'ın revire girmesini yasaklayan kesin emirler vermiş olmasından endişeliydi, ama genç adamın tavrına bakılırsa, durum böyle değildi. Pencerenin yanındaki masada rahatladı ve getirdiği bitkileri ayırmaya başladı. Şövalye hızla eğildi ve gitti. Max şifalı otları tahta kutulara yerleştirirken, arka planda çarpışan kılıçların sesi yankılandı ve aniden kapıdan gelen yüksek bir ses onun konsantrasyonunu bozdu.

"Ah, komutanla şimdiden barıştınız mı?"

Max döndü ve belirsiz bir şekilde gülümsedi. "Se-selamlar, Sör Nirta."

 "Selamlar, Leydi Calypse." Hebaron içeri girdi ve onu alçak, abartılı bir selamla selamladı.

"Daha iyi hissediyor musunuz?"

"Kendimi özellikle kötü hi-hissetmiyorum." Gerçek şu ki, kendini tam bir felaket gibi hissediyordu.

Max, ilaç kutusunu kapatmak için kapağı sertçe kapattı. Onun asık suratını gören Hebaron, sanki tüm durumu ifadesinden anlamış gibi bilerek sırıttı.

"Ah, anlıyorum. Siz ikiniz hala savaştasınız."

 "Hayır-hayır, savaşta değilim."

Max onun kabalığına baktı. Bununla birlikte, başkalarıyla dalga geçebilecek biri olduğunu bildiği Hebaron, onun gaddarlığı karşısında gözünü bile kırpmadı. Max sadece içini çekti ve konuyu değiştirdi.

''Se… seni buraya getiren ne, yaralandın mı?''

"Gördüğünüz gibi gayet iyiyim. Birkaçımız yakındaki canavarları bastırmak için yola çıktık, bu yüzden bazı acil durum malzemeleri toplamak için buradayım."

 "O.. o rafa hemostatik ilacı koydum... zehir panzehirlerini ve şifalı merhemleri oradaki çantaya koydum..."

Hebaron rafa doğru yürüdü, çuvalı kaptı ve geldiği yoldan bir adım atarak revirden çıktı. Max zamanının geri kalanını masanın yanında oturarak ve güney tıbbı hakkında şeyler okuyarak geçirdi. Gün batımından önce dönmesi gerekiyordu. Erkendi ama Riftan tekrar erken dönebilirdi ve onunla karşılaşmak istemiyordu. Geri döndüğünde hızlıca yemeğini yedi ve yatağına girdi.

Bu sefer Riftan, ancak o gerçekten uykuya daldıktan sonra geri döndü. Max ondan kaçınmak için gayretli davranıyordu. Her gün erken yatıp güne geç başladığı için üç gün boyunca tamamen görmezden gelinen Riftan'ın sabrı tükendi.

Riftan aniden ortaya çıktığında Max revirde şövalyelerin sıyrıklarına ve morluklarına bakıyordu. Hebaron ve diğer birkaç bey, ikilinin dövüş gösterisinin tek bir saniyesini bile kaçırmak istemeyerek sinsice onu takip ettiler. Max onlara kısaca baktı ve bir parşömene notlar yazıyormuş gibi yapmadan önce hızla başını eğdi. Riftan masaya doğru yürüdü ve ona sert bir ifadeyle baktı.

"Maxi, konuş benimle."

Yalvardı, ama tüy kalemi parşömene dokunurken Max, başını kaldırma zahmetine bile girmedi. Riftan'ın sert bakışlarının başının tepesini deldiğini hissedebiliyordu.

"Maximilian Calypse, beni duymuyor musun?" Riftan kelime kelime vurgulayarak söyledi.

"Sör Nirta."

Max duvara yaslanmış olan Hebaron'a döndü. Şövalye ayağa fırladı ve ısrarla ona bakan Riftan'ı görmezden gelirken kafası karışmış bir şekilde Max'e baktı.

"Önümdeki kişiye.. söyleyecek bir şe-şeyim olmadığını söyleyebilir misin?"

Ürkütücü bir sessizlik oldu. Hebaron tereddütle ağzını açmadan önce onunla Riftan'ın arasına baktı.

"Komutan... karınızın size söyleyecek bir şeyi yokmuş."

"Duydum!" Riftan dişlerini sıktı ve masaya o kadar sert vurdu ki Max masanın kırılacağından emindi. "Benim söyleyecek bir şeyim var."

 "Sör Nirta" Hebaron, yüzünde bariz bir rahatsızlıkla ona baktı, ama Max fark etmemiş gibi yaptı ve devam etti. "Lütfen karşımdaki kişiye... söyleyeceklerini duymak istemediğimi söyleyin..."

"Komutan... karınız dedi ki..."

"Benim de kulaklarım var!"

Riftan gıcırdattığı dişlerinin arasından çığlık attı, sonra başını indirdi ve Max'in yüzünü ellerinin arasına alarak onu gözlerine bakmaya zorlamaya çalıştı. Ama Max inatla bundan kaçınmak için savaştı. Çaresiz ve tedirgin, Riftan tamamen kaybolmuştu.

"Ben burada değilmişim gibi davranma. Bana bak ve benimle konuş!''

"Ha-hayır... istemiyorum..."

Riftan cevabı üzerine derin bir nefes aldı. Konuşmak için ağzını açtı, sesi tamamen bozuldu.

"Maxi, geçen sefer yanlış konuştum. Başarılarını asla küçümsemek ya da görmezden gelmek istemedim.'' Max bakışlarından kaçınmaya devam ederken, Riftan umutsuzca ona hitap etmeye devam etti. "Sadece senin için endişelendim. Sana yük olmak istemiyorum! Bu rolle karşı karşıya kalırsan, insanlar onları iyileştirmen için seni rahatsız etmekten vazgeçmeyecektir. Bir gün önceki gibi bir duruma düşebilirsin. Kahretsin, bundan acı çekmeni istemiyorum!"

"Sen... sence ben bununla başa çı-çıkamaz mıyım... Riftan?" Bakışları hâlâ tahta masaya sabitlenmiş olan Max, bastırılmış bir sesle mırıldanmayı başardı. "Muhtemelen... Prenses A-agnes kadar iyi olamayacağımı düşündüğün içindir. Bu yüzden... çok endişelisin."

''Bu isim neden sürekli ortaya çıkıyor? Lanet olsun, Prenses Agnes'i unut!" Riftan yenilgiyle başını salladı. "Maxi, lütfen. Bana bak. Yüzüme bak ve benimle konuş."

Sesindeki çaresizlik, zavallı bir çocuğunkine benziyordu. Dayanamayan Max, yavaşça başını kaldırdı. Riftan, Max'in gözlerinin çevresinde biriken yaşlarla acı içinde inledi.

"Gerçekten, seni kırmak istemedim." Panikledi ve tekrar büyük elleriyle yüzünü tuttu. "Sadece rahat bir hayat yaşamanı istiyorum."

"B-ben... bunu istemesem bile mi?" Çok sıkı bir tonda mırıldandı ve sanki sözleri onu kalbinden bıçaklamış gibi şaşırmış Riftan'ın ifadesine baktı. Kendini konuşmaya zorladı ve sesi titreyerek çıktı. "Riftan... Rahat yaşamak istemiyorum... Ben... Yapabileceğim bir şey yapmak istiyorum. Yeni şeyler öğrenmek… bü-büyü kullanmak… inanılmaz ve eğlenceli… ve ödüllendirici… bana hi-hiçbir şey yapmamı istemediğini söylemen… kalbimi kırıyor.''

 Riftan dudaklarını büzdü ve tam bir yenilgiyle başını eğdi. İfadesi umutsuzluk doluydu.

"Ne dediğini anlıyorum." Çaresizce mırıldandı. ''Gerçekten şifacı olmak istiyorsan, yap. Sadece lütfen bana o yüzle bakma. Benden asla kaçma."

Riftan, anne babasının sevgisi için yalvarırken hıçkıra hıçkıra ağlayan bir çocuk gibiydi. Sözlerinden incinen kadındı, peki neden adam günlerce işkence görmüş birine benziyordu? Max şüpheyle gözlerinin içine baktı. Riftan'ın bir cevap beklediğini anlayınca hafifçe başını salladı. Riftan'ın gerginlikten kaskatı kesilmiş omuzları rahatlayarak gözle görülür bir şekilde düştü ve Max'i sıkıca kollarına çekti.

O anda, kavgalarını sessizce izleyen şövalyeler, tatmin edici sonucu alkışlamaya başladılar. Seyircilerin önünde çok çocukça bir kavga ettiğini fark edince Max'in yüzü pancar kıpkırmızı oldu, ama Riftan sadece meraklı şövalyelere şiddetle hırladı.

"İzlemeniz bittiyse defolun buradan."

Ç/N: *Riftan ve Maxi karı koca kavgası yapar*
   
         O sırada Hebaron ve diğer şövalyeler:
           
       
 
Önceki Bölüm                                                                                             Sonraki Bölüm

 Under The Oak Tree - 175. Bölüm

"Bundan fazlasını bi-biliyor olmalısın...ne yapacağını biliyordun...benimle..."

"Peki ya sen?" Sorgularcasına tek kaşını kaldırdı.

Max, normalde ağzından çıkmayacak kelimeleri söylemekte tereddüt ederek dudaklarını ısırdı.

"Se-seninle e-evlenmeden önce ben, Riftan...  çi-çiftlerin vücutlarıyla ne yaptıklarını... bi-bilmiyordum. Ama Riftan... nasıl olduğunu bi-biliyordu. Bunu nasıl yapacağını bi-biliyordun… ba-bana… bildiğim her şeyi, se-senden öğrendim…''

 Max o kadar utanmıştı ve o kadar çok kekeledi ki neredeyse dilini ısırdı. Sesi onu, diğer kadınlardan öğrenmiş olması gereken teknikleri kullanmakla suçluyor gibiydi, ama aynı zamanda bunu dünyanın başka neresinden öğrendiğini de bilmiyordu. Max neden bu kadar rahatsız olduğunu anlayamadı ve ona bu konuyu sordu. Riftan, sorusunun amacını anlamadığı için olduğundan daha kafası karışmış görünüyordu. Sonra, Riftan yavaş zekasından utanarak konuşmak için dudaklarını açtı.

"Pekala, paralı askerlerin söylediklerinin %90'ı ahlaksız şeyler. Bu erkekler ağızlarını açtıklarında, kadınları nasıl memnun edeceklerine dair teknikleriyle övünüyorlar. On dört yaşımdan beri bu tür şeyler duyuyorum. Tek bildiğim temel bilgiler, muhtemelen gerçeklerin yarısından fazlasını abarttıklarından bahsetmiyorum bile." Rahatsız bir ifadeyle açıkladı ve ona gergin bir şekilde baktı. Hemen boğazını temizleyerek bu utanç verici konuşmadan uzaklaşmaya çalıştı. "Her neyse, yaralanmadığına sevindim. Bir şey acıyor mu?”

 "Karnım biraz ağrıyor... ve uyuşuk hissediyorum... ama tolere edilebilir."

"Solgun ve yorgun görünüyorsun." Yanağını okşadı ve küvete geri dönmeden önce içini çekti. "Kendi başıma banyo yapacağım, o yüzden yatağa uzan ve dinlen."

Max sessizce itaat etti ve yorganın altına girdi. Yatağa kıvrıldı ve Riftan banyosunu yaparken, zonklayan ağrısıyla savaştı. Uzun bir süre boyunca tek duyduğu, arkasından gelen hafif su sıçramalarıydı. Sonunda ısındığında, Riftan pamuklu bir pantolon giydi ve onun yanına kaydı. Yorganın altına girdi ve Max'i yakınına çekti, sıcak avuçlarıyla ağrıyan karnına yatıştırıcı halkalar sürerken onu sıkıca tuttu.

Max bu hoş rahatlama karşısında uzun bir inilti çıkardı. Arkasındaki Riftan'ın sıcak bedeni, gergin kaslarını nazikçe eritti. Riftan bir kolunu onun başının altına itti ve dudaklarını onun omuzlarına ve yanaklarına ovuşturdu.

"Bunu yaşamak zorunda olmandan nefret ediyorum. Bu ne sıklıkla oluyor?''

"Hımm... bu düzensiz." Max belli belirsiz cevap verdi.

Ortalama kadınlara kıyasla dengesiz olduğunu bilmesini istemediği için, Riftan'ın bu konudaki cehaleti bir şekilde memnuniyetle karşılandı. Max kendini onun kollarına gömdüğünde hem rahatlama hem de suçluluk hissetti. Eşsiz kokusunu içine çekti ve tatlı tatlı titredi. Riftan yüzünü onun saçlarına gömdü ve sanki ona tamamen sahip olmak istiyormuş gibi kokusunu da içine çekti, sonra içini çekti.

"Umarım yakında biter."

Riftan'ın, o acı çektiği için bundan gerçekten nefret ettiğini hissedebiliyordu, onu cinsel olarak tatmin etmeye müsait olmadığı için değil. Riftan gergin karnına yatıştırıcı daireler çizmeye devam etti ve sanki en ufak bir basınçta kuruyabilecek narin bir çiçek tomurcuğuymuş gibi solgun yanaklarını okşadı. Max başını onun koluna yasladı ve yavaşça onun yanında derin bir uykuya daldı.

***

Yumuşak, hafif yağmur, yeşil yaprakları çiy gibi serperek birkaç gün üst üste devam etti. Bazen altın güneş, ince yağmur bulutlarının arkasından bakar ve bahçeye hafifçe gülümserdi. Pencerenin yanında oturup Ruth'un ona bıraktığı büyülü formülleri incelerken, doğanın sakin güzelliği Max'in kalbini ısıttı.

Karnındaki ağrı yatışınca, biraz şifalı ot toplamayı, Ruth'un kulesine uğramayı ve şifalı bitkiler için nasıl formüle edileceğini incelemeyi planladı. Acil durumlar için Ruth'un ona bıraktığı her şeyi umutsuzca öğrenmeye çalışıyordu. Anatol'da her şey sakin ve sakin geçmişti ama bunun süreceğinin garantisi yoktu. Ancak, rehberlik olmadan kendi başına birçok yeni şeyi öğrenmek kolay bir başarı değildi.

Anatol canavarlarla dolu bir ülkeydi, bu nedenle onu ve insanlarını çalkantılı değişikliklere maruz bıraktı. Büyük ve küçük yeni sorunlar, yoğun yaşamlarının ortasında her yerde ortaya çıkıyordu. Max, Anatol'da kaldığı yaklaşık yarım yılda, yirmi iki yılında olduğundan daha fazla değişiklikle karşılaşmıştı. Bu deneyimlerden her zaman hazırlıklı olmanın ne kadar değerli olduğunu öğrendi. Yavaşça dolaşarak zaman kaybetmeyi göze alamazdı.

Max sabah olabildiğince erken uyandı, büyülü ya da şifalı otları inceledi. Boş zamanlarında revire gider ve yaralıları Ruth'un yaptığı gibi tedavi ederdi. Başladığında, askerler, revirde kalenin hanımının varlığından rahatsız ve yorgundu, ama şimdi onu doğal yeriymiş gibi kabul ettiler.

Max her zaman reviri ziyaret etmek ve en az beş ila on yaralı adama şifa büyüsü uygulamak için zaman ayırırdı. Ardından soğuk algınlığı, baş ağrısı ve uykusuzluk gibi yaygın rahatsızlıkları çeşitli bitkisel ilaçlarla tedavi ederdi. Zamanının ve gücünün çoğunu bu işe adadığından, bunu artık Riftan'dan saklamasına imkan yoktu.

O gün Max her zamanki gibi revirde nöbetçilerin ve askerlerin hafif yaralarını tedavi etmek için uğradı ve aniden arkasında uğursuz bir ürperti hissetti. Yavaşça arkasını döndü ve uzun ve hakim vücuduyla revire giden dar girişi tamamen kapatan Riftan'ın kendisine baktığını gördü.

Yüzündeki soğuk, sert ifadeyi gören Max, gergin bir şekilde yutkundu. Hebaron arkasında durmuş, sanki ne olacağını biliyormuş gibi başını sallıyordu ve Gabel ağzını kapalı tuttu ve sanki suçluluk duygusuyla çökmüş gibi omuzlarını kamburlaştırdı.

Riftan ona yırtıcı bir kaplan gibi yaklaştı.

"Burada neler olduğunu açıklamak ister misin?"

''… Bir asker ya-yaralandı. Onu iyileştirmek için bu-buradayım..."

Max gözlerini gergin bir şekilde etrafta gezdirdi ve bacağı kırık askeri bulduğunda, hemen ona bir iyileştirme büyüsü yaptı. Riftan'ın ifadesi, gözlerini ona daha da daraltırken, daha da sertleşti. Max hızla ayağa kalktı ve ona sert bir şekilde gülümsedi.

''Şimdi… Sanırım burada yapabileceğim he-her şeyi yaptım… İlgilenmem gereken başka bir işim var.''

Gizlice kaçmaya çalıştı ama tabii ki Riftan onu bu kadar kolay bırakmayacaktı. Max'in kollarını sertçe kavrarken hırladı.

"Burada bir şifacı gibi davranmaya başladığından beri epey zaman geçtiğini duydum. Neden bunu şimdi öğreniyorum?''

"Sen her zaman çok me-meşgulsün. Ben… ben seni rahatsız etmek istemedim… bu kadar önemsiz bir şeyle…''

Riftan'ın öfkesi, onun gönülsüz bahanesiyle daha da yoğunlaştı. "Saçmalamayı kes! Benden bilerek sakladın!"

 "Sa-saklamadım ben... Ben sadece bir şey söylemedim..."

"Tek söyleyeceğin bu mu? Kahretsin, karımın bütün gün ne yaptığını bilmiyordum. Aptal gibi hissediyorum! Seni ne kadar önemsediğimi bile bile bunu arkamdan nasıl yaparsın?!"

Bolca terleyen ve bir bahane olarak makul bir şey düşünmeye çalışan Max, aniden kaşlarını çattı. Bu suçlamaları neden ondan duyuyordu? Çabalarının düşünceleri kafasından akarken, Max sinirlenmeye başladı.

Gözlerine baktı; ifadesi isyan doluydu. ''Ne… neyi yanlış yaptım?''

"…Ne?"

"Ben sadece... yaralı şö-şövalyeleri iyileştirdim. Bu kötü bi-bir şey mi? Bu... azarlanacak bir şey mi?"

"Lanet olsun konuyu değiştirme! Geçen sefer bana aşırıya kaçmayacağına söz vermiştin…! ''

"Be-ben aşırıya kaçmıyorum! Son iki haftadır manamı tü-tüketmedim ve bi-bir kez bile başım dönmedi." diye tartıştı.

Direnmemeyi reddetti ve Riftan'ın yüzü hafif bir titreme gösterdiğinde Max saldırısına devam etti. "Ve te-tehlikeli bir şey yapmıyorum. Ben sadece yaralı a-adamlarla ilgileniyordum… kalenin gü-güvenli olduğu yerde.''

 "Kahretsin! Sen Lord'un karısısın, benim karım! Neden şifacı olma oyunu oynuyorsun?''

"Çünkü yapabiliyorum!" Max kendi cesaretine şaşırarak azarladı.

Hayatının tamamını, hiçbir şey yapamayan işe yaramaz bir kekeme olma saplantısıyla bataklık içinde geçirmişti. Dadısı ona sürekli olarak bir kocanın sözlerinin bir eş için kanun olduğunu hatırlattı. Yaptığınız her şeye kayıtsız şartsız itaat etmeli ve kabul etmelisiniz. Ama şimdi buradaydı, itaatsizlik ediyor ve kocasıyla tartışıyordu. Çıldırmış mıydı?

Biraz sakinleşen Max, boğazına takılan yumruyu yutarken daha yumuşak bir sesle konuştu. "Şimdi... bu şatoda benden ba-başka şifa büyüsü kullanabilecek kimse yok. Çok fazla çalışmayacağım ve… artık daha fazla manaya sahibim… bu yüzden tekrar hastalanmam konusunda endişelenmene gerek yok.''

Onun uysal ses tonuyla Riftan da sakinleşti ve Max ile rahatça konuşmaya çalıştı. "En kısa zamanda bir şifacı tutacağım. Bunu yapma fikrinden nefret ediyorum. Neden gereksiz yere denemekte ısrar ediyorsun?''

''Neden... neden ben de çok çalışamıyorum? Riftan… Ruth ve tüm şövalyeler… her gün her türlü zor görevi yapıyorlar… neden yapamayan tek kişi benim?''

 "Kahretsin! Sen bizden farklısın, sen bir dükün kızısın!''

Onun patlamasına Max kızardı. Hayatında ilk kez birine vurma ihtiyacından bunalmıştı.

"B-bu ne demek? Prenses Agnes... her türlü tehlikeli şeyi yapabiliyor. Bir dükün kızının... nesi bu kadar özel?!"

Riftan'ın dili tutulmuştu. Argümanını çürütecek kelimeleri bulamıyordu. Kollarını kavuşturmuş yana bakan Hebaron hafifçe ıslık çaldı.

''Komutan bir köşeye mi itildi?''

Riftan, dikkatini tekrar Max'e çevirmeden önce ona baktı. "Prenses, çocukluğundan beri yılların tecrübesine sahip üst düzey bir büyücü! Onunla nasıl karşılaştırılırsın?'' Tükürdü ve derin bir nefes aldı.

Çiftin kavgasını sırıtarak izleyen Hebaron bile komutanının pervasızlığının saflığı karşısında avucuyla alnını kapattı.

Max, Riftan'a baktı ve gözleri yaşlarla delinirken, yenilgiyle başını eğdi. Tartışamadı çünkü bunun doğru olduğunu biliyordu ama beceriksizliğini herkesin önünde haykırmak zorunda mıydı? Ağrısının arttığını hissetti.

"Lanet olsun... demek istediğim şey..."

Max onun omzuna konan eli itti. Riftan, onun görünmeyen kabalığı karşısında şok içinde kaskatı kesildi, ama Max dışarı çıkıp kapıyı çarpmadan önce ona baktı.

"Şimdilik...seni görmek istemiyorum!"

Ç/N: Çiftimiz ilk gerçek tartışmalarını yaptı hadi bakalım.. işte ne diyeceksiniz ki tuz biber bunlar ahahaha Bu arada gel Riftan bakayım sen az buraya.. Kulağını bir çekeyim.. Anne edasıyla canım anne edasıyla 

Önceki Bölüm                                                                                               Sonraki Bölüm

 Under The Oak Tree - 174. Bölüm

17 yaşından beri tekrarladığı tatsız ziyaret yine gelmişti. Max, terzinin tam iki hafta boyunca karmaşık bir şekilde diktiği güzel saten elbisesini kurtarmaya çalışırken sandalyesinden fırladı.

Max, Rudis'ten yardım istediğinde, hizmetçi hemen ona sıcak su, temiz bir keten bez ve yeni bir elbise getirdi. Max iğrenerek kaşlarını çattı, bacaklarının arasındaki kanı sıcak bir ıslak havluyla sildi, sonra kalın, keten astarlı pamuklu bir iç çamaşırı giydi ve kalçasında gözünden kaçırdığı bir leke olup olmadığını görmek için aynanın önüne birkaç kez dönüp baktı. Kalçalarını bir ördeğinki gibi büyük gösterdiği için özellikle bu iç çamaşırını giymeyi sevmiyordu.

Karnının ağrıyan alt kısmındaki rahatsızlık hissi, içinde soğuk çakıllar varmış gibi hissediyordu ve bu onu rahatsız ediyordu. En az beş gün buna katlanmak zorunda olma düşüncesi içini çekti.

"Çok hayal kırıklığına uğramayın leydim."

Max, ani teselli sözlerine şaşırmış bir ifadeyle Rudis'e döndü. Hizmetçi daha sonra temkinli bir şekilde konuşmaya devam etti.

"Bazı çiftlerin ilk çocuklarını doğurması üç yıldan fazla zaman alır. Gönül rahatlığıyla beklersen, Tanrı sana zamanı gelince en güzel çocuğu bahşeder.''

Max boş gözlerle gözlerini kırpıştırdı. Ancak o zaman, yaşadığı rahatsız edici olgunun, bir çocuğa hamile olmadığı anlamına geldiği aklına geldi. Kaygı onu ele geçirirken Max yavaşça konuştu.

"Garip değil mi... bu-bunun... b-bu kadar geç gelmesi?"

"Sadece zamanlama doğru değil." Rudis, ona şefkatli bir gülümsemeyle güvence verdi. "Leydinin beklentileri çok yüksek olmalı ki, ayın sonunda geldi. Zaman zaman geç gelmesi normal… bu kadar merak etmeyin hanımım.''

İronik olarak, kelimeler ağzından döküldüğünde Rudis, ondan daha fazla hayal kırıklığına uğramış görünüyordu. Max geç kaldığının farkında bile değildi. Hatta Anatol'da kaldıktan sonra adeti daha düzenli olmuştu. Önceleri iki üç ayda bir adet oluyordu ve beş ay bile gelmediği zamanlar oluyordu.

Dudağını ısırdı, kafası karıştı. Diğer kadınlar ondan daha sık mı kanıyordu? Peki ya Rosetta? Gözlerini kıstı ve ellerini ovuşturarak odaklanmaya ve anılarını aramaya çalıştı ama aklına hiçbir şey gelmedi. İki kız kardeş bu tür özel meseleleri paylaşacak kadar yakın değildiler.

Büyük bir kusuru olduğu için çocuk sahibi olamama ihtimalini düşünerek omurgasından soğuk terler boşandı. Annesinin bitkin, cansız yüzü zihninde parladı. Max, telaşını gizlemeye çalışarak arkasını döndü ve kayıtsız bir şekilde emir verdi.

"Sı-sıcak bir çay içmek istiyorum. Bir bitki çayı… benim için biraz demler misin?''

"Elbette hanımım. Hemen hazırlayacağım."

Rudis odadan çıkarken Max çaresizce masanın önüne çöktü ve yüzünü kapadı. Rudis'e gerçeği anlatıp tavsiye almak istiyordu ama bunu Riftan'a söylemekten korkuyordu. Karısında bir sorun olabileceğini öğrenirse nasıl tepki verirdi?

Erkekler için bir varis sahibi olmanın ne kadar önemli olduğunun çok iyi farkındaydı, Riftan'ın kaleyi ve topraklarını bir oğula devretmeyi istemesi soru dahilinde bile değildi. Max'in boğazı, içine bir diken saplanmış gibi hissediyordu. Annesiyle aynı kaderi paylaşsa bile Riftan yine de onu besleyecek ve onunla ilgilenecek miydi?

 Max parşömeni gergin bir şekilde çevirdi. Ancak midesindeki ağrı her geçen saniye daha da artarken, bir an için düşüncelerini toplayabilse bile, hemen paramparça oldu. Tüy kalemini hayal kırıklığıyla fırlatmadan önce, amaçsızca parşömen üzerindeki yüzen harflere baktı. Bu, mürekkebin sıçramasına ve masanın üzerinde dağınık bir leke oluşmasına neden oldu. Max sessizce dağınıklığa baktı, sonra pencere camına çarpan yağmur damlalarını dinlerken başını masaya dayadı.

Neden tüm bu endişeler hayatımı kovalıyor? Düzinelerce kusur listesine ölümcül bir tanenin daha eklenebileceği düşüncesiyle gözleri karardı.

Fazla düşünmeyi bırak. Rudis haklı, sadece doğru zaman değil, diye düşündü kendi kendine umutsuzca. Bu onun eski bir alışkanlığıydı, sahip olabileceği en kötü ve en korkunç gelecekle kendine işkence ediyordu.

Hak ettiğini düşündüğünün ötesinde mükemmel bir kocası vardı; konuşabileceği daha çok insan vardı; evi diyebileceği güvenli ve rahat bir yeri vardı; yavaş yavaş kekemeliğinin üstesinden gelmeye başlamıştı; hatta büyü öğreniyordu!

Max kendini umutsuzca zihnini yemeye çalışan endişelerden uzaklaştırdı. Eğer Tanrı gerçekten merhametliyse, bir gün ona sağlıklı bir varis sahibi olma lütfunu vereceğine inanıyordu.

Riftan yağmurdan baştan aşağa  sırılsıklam olarak odalarına döndü. Cüppesi suyla ağırlaşmıştı ve deniz yosunu gibi sarkıyordu, altına giydiği zırhın şeklini ortaya koyuyordu ve ayakkabıları çamurla kaplıydı. Max yataktan kalktı ve başına bir havlu koydu. Yanakları yağmurdan ıslak ve buz gibi soğuktu.

"Bunca zaman... yağmurun altında mıydın?"

"Toprağın ve çamurun yoldan aşağı akmasını durdurmak zorunda kaldık. Son iki ayda yaptığımız sıkı çalışmanın boşa gitmesine izin veremem.''

Kapıyı sırtıyla itti ve çamurlu ayakkabılarını ve sırılsıklam cüppesini olduğu yerde çıkardı, pahalı halıya bulaştırmaktan kaçınarak onları bir sepete attı.

"Yağmur o kadar çok mu...yağıyor?" diye sordu Max, hesaba katması gereken tüm düşüncelere biraz şaşırarak.

"Daha ağır olacağını sanmıyorum. Sorun, zeminin canavarlar tarafından zayıflatılmış olması. Ayrıca yaz musonu birkaç ay içinde başlayacak, bu yüzden önceden hazırlanmak daha iyi.''

Tüm zırhını ve ıslak giysilerini çıkardı. Max, Riftan'ı şöminenin önüne götürdü ve vücudunu saracak büyüklükte bir havlu verdi. O, ateşin önünde vücudunu kısaca ısıtırken, gayretli hizmetçiler odaya sıcak su dolu bir küvet getirdiler. Her zaman olduğu gibi, Riftan ikisinin birlikte banyo yapmasını istedi, ancak Max sadece yüzüne yapışmış garip bir ifadeyle kaskatı durdu ve ona onun 'kirli' olduğunu bildirdi. Riftan şaşkın bir yüzle ona baktı.

"Eğer vücudun kirliyse, gelip benimle yıkanabilirsin."

Max, her şeyi yapabilecek bir adamın bu kadar düşüncesizce bir şey söylemesine biraz şaşırmıştı. Anatol'a geldiğinden beri sadece dört kez adet gördü: Bir kez o yokken, diğer üçü de o oldukça meşgulkendi, bu yüzden böyle utanç verici bir durumu açıklamaya gerek yoktu. Max utanarak kekeledi.

"Şe-şey günü..."

"Şey günü?"

Max gözlerinde yaşlarla ona baktı. Dünyanın en mükemmel adamı olduğunu düşündüğü kocası aptalca bir şeyden habersiz bir yüze sahipti. Max'in gözleri, onun nasıl bu kadar bilgisiz olabildiğini düşünerek bir o yana bir bu yana gezindi. Onurunu kaybetmeden durumunu nasıl açıklayacaktı?

"Demek istediğim... bugünden ha-haftanın sonuna kadar... e-evlilik görevlerini... yapamıyoruz... du-durumum yüzünden."

"Tanrı aşkına neden bahsediyorsun?" Riftan'ın yüzü sertleşti. ''Bilmece gibi konuşma ve net bir şekilde açıkla. Şimdi beni red mi ediyorsun?"

Max'in Riftan'ın soru soran ses tonu karşısında çenesi boş boş düştü. Anlaşılan, onun anlaması için açık sözlü sözlerle açıklamaktan başka seçeneği yoktu. Gözlerinde yaşlarla haykırdı.

"Benim şe-şeyimden kan... a-akıyor!"

Riftan'ın yüzündeki kan bir anda çekildi. Max'in gözleri Riftan'ın parşömen gibi beyaza dönen yontulmuş, bronzlaşmış yüzünü görünce irileşti. Riftan yürüdü ve belirgin bir şok ve endişeyle Max'ın vücudunun her köşesini kontrol etmeye başladı.

''Kan akıyor… nereden Tanrı aşkına? Kendini nasıl incittin? Bana nerede olduğunu göster, seni hemen tedavi ettirmeliyiz!''

Max, kanın nereden aktığını gerçekten kontrol edeceğinden çok korktu, ama Riftan ondan daha da korkmuş görünüyordu. Max, nereden kanadığını belirlemek için kıyafetlerini çıkarmaya çalışan onu umutsuzca vazgeçirdi.

"B-b-böyle bir şey değil! Ya-yaralanmadım! Ben yaralanmadım!"

"Kanadığını söylemiştin!"

Yüce Tanrım. Riftan'ın kadınların düzenli olarak yaşamak zorunda oldukları şeyler hakkında gerçekten tek bir ipucu yok gibiydi. Max kahkahalara boğularak mı yoksa hayal kırıklığı içinde çığlık atarak mı tepki vereceğini bilmiyordu. Önce onu sakinleştirmeye ve elinden geldiğince sakin bir şekilde açıklamaya karar verdi.

"Bu dünyada... e-evlenme çağındaki tüm kadınlar... dü-düzenli olarak kanar. Bu çok… doğal bir olay. Da-dadım dedi ki… çocuk doğurabilmenin… ka-kanıtı budur.''

"Emin misin? Hasta ya da yaralı değil misin?''

Max emin bir şekilde başını salladı. Riftan hafifçe kaşlarını çattı, ona inanamayarak ve şüpheyle baktı ve sordu.

''O zaman nereden kanıyorsun?''

Max pancar gibi kızardı. Böyle utanç verici bir duruma düşmeyi asla hayal etmemişti. Gerçekten ona her şeyi tek başına açıklamak zorunda mıydı? Bir an tereddüt etti, sonra etrafta kimse olmamasına rağmen kulağına fısıldadı. İleride aynı durumla karşılaşabilirlerdi, böylesine utanç verici bir duruma daha fazla maruz kalmaktansa, her şeyi düzgün bir şekilde anlatması onun için daha iyi olacaktı.

"Bu doğru mu?"

Açıklamasını duyduktan sonra, Riftan'ın gözleri ona doğru kaydı, gözleri inanamayarak genişledi. Yüzündeki renk hala geri gelmemişti.

"Emin misin? Aşağıdan… kanın akması normal mi?''

"B-bu tamamen normal! Tüm ka-kadınların geçmesi gereken bir şey. ''

"Bu daha önce de olmuş olmalı. Neden bana daha önce söylemedin?"

''Çünkü düşündüm ki… ke-kesinlikle… biliyordun…. Genellikle bunun a-açıklanması gerekmez…. Dadım dedi ki… dolaylı olarak söylersem… bilirsin…''

Şaşırtıcı bir şekilde, Riftan'ın yanakları biraz kızardı. Riftan sesini yükseltti ve mazeretlerini söyledi, cahilliğini haklı çıkarmaya çalıştı.

''Maxi, erkeklerle dolu bir yerde paralı askerlerle büyüdüm. Şövalye olduktan sonra hayatım boyunca seferlerde ve savaş alanlarında bulundum. Kadınlar hakkında ne bilebilirim ki? Tek bildiğim kadınların göğüsleri olduğu, ne düşündüklerini bilmenin bir yolu olmadığı ve çocuk sahibi olabilecekleri!"

Max ona şüpheyle baktı. Daha önce ona kadınlar hakkında bilinmesi gereken her şeyi öğretebilecek samimi bir sevgilisi olmamış gibi konuşuyordu. Adamın köşeli, erkeksi yüzünü, yoğun karanlık göz kürelerini ve yontulmuş vücudunu gözleriyle tararken şüpheciydi; her şeyi simetri içindeydi. Kadınlar hakkında fazla bir şey bilmediğini iddia edemeyecek kadar mükemmel ve yakışıklıydı.

Riftan aktif olarak eş aramasa bile, yine de etrafında kadınlar akın edecekti. Max, festivalde onunla flört eden iki küstah kadını hatırladı. Riftan gibi güçlü arzuları olan bir adamın bu tür saldırgan ayartmalara direnmesi pek olası değildi. Kıskançlıkla ona keskin bir bakış attı.

Ç/N: Riftan'ın adet ile imtihanı ahahahah

Önceki Bölüm                                                                                              Sonraki Bölüm