Under The Oak Tree - 198. Bölüm
Gösterinin ardından parmaklıklara yaslanan şövalyeler alkışladı. Max bile ellerini çırptı ve denizciyi övdü.
''Ho-hoşnut edici bir performanstı. Ama festivalde dinlediğim şarkıyla karşılaştırıldığında… Bence biraz farklı.''
''Adelian'ın şiirinin sözleri ve mısraları bölgeden bölgeye biraz farklılık gösteriyor. Bu, Roem'in başkenti Gillian'dan gelen şarkının ikinci dizesiydi. Leydi şarkı sözlerini beğentisine uygun bulmadı mı?''
Max hızla başını salladı. "Çok... güzel bir şarkıydı."
"Leydi'nin bundan hoşlandığını söylemesine sevindim."
Denizcinin ağzı neşeli bir gülümsemeyle genişledi. Bir kolunu karnının önüne koydu ve kibarca eğildi. Max'in yanında sessizce çorbasını yudumlayan Riftan, ceplerini karıştırdı ve denizciye bir denar fırlattı.
''Karımı mutlu etmenin bir ödülü. Ne zaman boş zamanın olursa, ona duymak istediği şarkıları çalın.''
''Zevkle''
Denizci, bir altın sikke olan cömert ödüle sevinerek gülümsedi. Riftan boş kasesini bir kenara koydu ve sonra Max'i kendisininkini de bitirmeye çağırdı. Max yahnisini bitirdiğinde, şafağın soluk parıltısı yaklaşıyordu. Koyu mavi denizin üzerinde parlayan gümüşi beyaz güneş ışınlarını izledi, sonra Riftan onu odalarına kadar eşlik etti. Kapının eşiğinde durup nazikçe yanağını okşadı.
"Biraz daha uyu. Öğle vakti tehlikeli sulardan çıkacağız.''
"Riftan... yorgun değil misin?"
Max'in endişeli ifadesinde Riftan'ın dudaklarında hafif bir gülümseme görüldü. "Bu hiç bir şey. Benim için endişelenme ve rahat ol."
Ardından alnına bir öpücük kondurmak için başını eğdi ve kapıyı kapattı. Max acı acı gülümsedi. Riftan, Max'in onun söylediklerini yapmasının, onun için endişelenmemesinin ve duygularını rahatlatmasının imkansız olduğunun farkında değil gibiydi. Max ağır adımlarla lomboza (yuvarlak gemi camı) gitti ve çalkantılı denize baktı. Gemi dalgalar arasında şiddetle ilerledi ve uzun bir süre boğucu sessizlikte sadece dalgaların sesleri duyuldu. Çok geçmeden, denizin diğer tarafında belli belirsiz görülen yükselen kayalar gözden kayboldu.
Siren'in topraklarından tamamen çıktıklarında, yorgun denizciler düzgün bir şekilde yemek yemek ve uyumak için güverteden indiler. Şövalyeler de zırhlarını çıkarıp dinlenmeye gittiler. Sadece Riftan köprüye tırmandı, geminin kaptanıyla tartıştı ve tetikte kaldı. Sonunda zırhını çıkarmak ve düzgün bir yemek yemek için odaya döndüğünde güneş çoktan batmak üzereydi.
''Kaptan, en geç yarın sabaha kadar Crisamt Nehri kıyısına ulaşabileceğimizi söyledi. Ardından nehirde yarım günlük bir yolculuktan sonra Levan'a ulaşacağız.''
Max'in gözleri genişledi, kalbi yüksek sesle atıyor ve aynı anda batıyordu. Riftan biraz bira içti ve sert bir tonda konuşmaya devam etti.
''Genellikle hareketli ve gürültülü bir şehirdi, ancak şimdi durum o kadar hoş olmayabilir, bu günlerde bir trol ordusunun kafalarını vurmak için pusuya yatma olasılığı var. İnsanlar biraz temkinli görünüyorsa buna aldırma.''
"Başkentte tehlikeli durumların o-olması... mümkün mü?"
"Bu asla olmayacak." Masanın üzerine konan yemeği bir anda bitirdi ve bir elma yerken soğuk bir tavırla ısrar etti. "Canavarlar daha fazla güneye seyahat etmeyecekler. Ele geçirdikleri kaleyi geri alacağız ve bizden önce giden keşif ekibini kurtaracağız. Manastırda sadece birkaç ay kalacaksın.''
Elma çekirdeğini gemiden attı ve meyve suyunu bulaşmış parmaklarından yaladı. Bir kayanın üzerinde duran rahat bir kaplan gibi görünmesine rağmen, gözlerinde kararlı bir parıltı vardı. ''Rüzgar mevsimi gelmeden bu savaşa bir son vereceğim ve seni Anatol'a geri götüreceğim. Sadece biraz daha beklemen gerekecek."
Max kalbinin yüksek sesle göğsüne çarptığını ve boğazının sıkıştığını hissetti. Yangın mevsimi daha yeni başlamıştı ve genellikle kendinden emin olan Riftan bile savaşın en az aylarca sürmesini bekliyordu. Kuruyan dudaklarını yaladı, sonra Riftan onu kucağına çekti ve kucakladı. Max yaklaşan ayrılıklarının korkusuyla titriyordu ve bir kabustan yeni uyanmış bir çocuk gibi kendini onun kollarına derinden gömdü.
Yarın ondan uzaklaşacağını düşünmesine izin veremezdi. Max kollarını onun boynuna doladı ve nefes almalarını zorlayacak kadar onu sıkıca kucakladı. Riftan derin bir nefes aldı ve yüzünü onun saçlarına gömdü. Sonra gece havasında soğuyan ensesi, Riftan'ın sıcak nefesiyle aniden ısındı. Max omzuna karşı titreyen bir sesle mırıldandı.
"A-acele etmelisin..ve bana geri dönmelisin."
"…Döneceğim."
Riftan'ın vücudu da hafifçe titredi, onu kollarına aldı ve yatağa yatırdı. Max başını kaldırıp ona baktı, kanının hızla aktığını hissederken gözleri titriyordu. Riftan ince cübbesinin üzerindeki höyüklerini okşadı ve şakaklarından ensesine kadar hafif öpücükler yaydı. Nemli dudakları köprücük kemiklerinde gezindi, sonra göğüslerinin arasındaki vadiye gitti. Başını kaldırdı ve dudaklarıyla dudaklarını yakaladı ve Max gözlerini kapadı, ona tüm benliğini eritiyormuş gibi hissettiren ısıda kayboldu.
***
Ertesi gün, Max deniz kuşlarının sesiyle uyandı. Yatağından kalktı, lomboza yaklaştı ve parıldayan suların üzerinde süzülen, kanat çırpan kuşları görmek için dışarı baktı. Nax onlara şaşkın şaşkın bakmakla meşguldü, Riftan da uyanıp onu takip edip ve arkadan kucaklamak için yataktan kalktığında.
"Neye bu kadar ilginç bakıyorsun?"
''Ku-kuşlarının sesini duydum. Görünürde hiç de-deniz kuşu yoktu… şimdiye kadar.''
"Kuşlar genellikle sadece karaya yakın olduklarında görülür. Nadiren denizin ortasına uçarlar. '' Riftan, burnunun kemerini Max'in ensesine yasladı ve kara gözleriyle denize baktı. Dudaklarının arasından zayıf bir inleme kaçtı. "Görünüşe göre hedefimize planladığımızdan daha erken varacağız. Gemiden ayrılmaya hazırlanmalıyız."
Sonra yavaşça vücudunu ondan uzaklaştırdı. Max, ona tutunmamak için tüm kontrolünü kullandı. Hizmetçilerden birinin getirdiği temiz suyla sessizce vücutlarını yıkayıp temiz giysilere büründüler. Her zaman olduğu gibi, Riftan zırhını kendi başına giydi ve odadan çıktı, Max kısa bir süre sonra onu takip etti ve güverteye çıktı. Riftan'ın dediği gibi, kara yavaş yavaş ufkun uzak ucundan görünmeye başladı.
"Bütün denizciler, aşağı inin ve kürekleri hazırlayın!"
Kaptanın emriyle denizciler merdivenlerden küreklere koştu. Kısa süre sonra gemi, karaya yaklaştıkça resiflerden kaçınarak dikkatli bir şekilde karaya yaklaştı. Kayalık iç kısımdan geçtikten kısa bir süre sonra, Crisamt Nehri'nin zümrüt sularını ve Batı Denizi'ni birbirine bağlayan geniş üçgen bir haliç göründü. Denizciler yelkenleri çektiler ve halatları sıktılar, sonra nehirde kuvvetli bir şekilde kürek çektiler. Tam zırhlı şövalyeler, atlara eyer koymak ve bagajlarını yüklemek için ahırlara indiler. Yulysion ve Garrow, Max'in bavulunu alıp Rem'e bir eyer koydular.
Max, nehirde gezinmenin sonuçları olan yoğun sarsıntı ve sallanmanın ortasında nehir kıyısında sıralanmış birkaç kabine ve diğer feribotlara dikkatle baktı. Su kuşları, gökyüzüne geri uçmadan önce bir balık kapmak için başlarını geniş nehre daldırıyorlardı. Ayrıca bol mal yüklü küçük ticaret gemilerinin geçtiğini de gördü. Nehrin yukarısına doğru yol aldıkça gemilerin ve teknelerin sayısı arttı ve çok geçmeden devasa gemilerin sıralandığı büyük bir iskele belirdi. Riftan elini parmaklığa koyarak konuştu.
"Bu, Livadon'un başkenti Levan."
Max büyük limana hayretle baktı. Şehirde düzinelerce dev gemi ve yüksek beyaz binalar sıralanmıştı. Görünüşünden saf egzotik atmosfer sızdığında, Livadon'a komşu ülke demek haksızlık olurdu. Levan'ın tüm binaları ya kare ya da tonozluydu, bina çatıları sivri uçlu olan geleneksel antik Roem mimari tarzından tamamen uzaklaşıyordu. Levan'daki binalar da inanılmaz derecede saf beyazdı.
"Kalacağın manastır orası."
Riftan bir dağın yanına tünemiş devasa tapınağı işaret etti. Fildişi sütunlarla çevrili beyaz yapıya meraklı bir bakışla bakıldığında, Max'in beklediğinden tamamen farklı görünüyordu. Sadece dışarısı bildiği ıssız, kısıtlı manastırlardan farklıydı.
''Bi-bir manastır yerine… daha çok eski bir tapınağa benziyor…''
''Gördüğün gibi, tüm binalar Roem öncesi dönem stilini takip ediyor. Bunun nedeni, Livadon'un antik dönem mimari tasarımlarını ve yaşam biçimlerini korumasıdır. Kuzey bölgeleri hariç ülkenin çoğu Protestan öğretilerini takip ediyor.'' Paralı asker olarak Livadon'da geçirdiği süre göz önüne alındığında, Riftan'ın bu kadar çok tarih bilmesi şaşırtıcı değildi. "Düşündüğün kadar kısıtlayıcı değil, buradaki insanlar çok daha özgür ruhlu."
Max biraz rahatlamış hissetti. Çocukluğundan beri, Katolik Kilisesi'nin öğretileri konusunda katı olan soğuk bir rahip tarafından sert bir şekilde eğitilmişti, bu yüzden yaşam tarzının genellikle katı olduğu bir manastırda kalma konusunda gizliden gizliye endişeliydi.
Gemileri limana yaklaştıkça, denizciler kalın halatlar fırlatarak, demirleri indirerek ve gemiyi rıhtıma sıkıca bağlayarak güvertenin etrafında koştular. Whedon'un rüzgarda dalgalanan bayrağını gören meraklı bir kalabalık gemilerinin yakınında toplandı. Denizciler, şövalyeler atlarını tek sıra halinde indirmeden önce, iskele tahtasını çabucak indirdiler ve sağlam tahtayı yere sıkıca sabitlediler.
Livadon halkı, dünyanın en güçlü şövalyesinin Livadon'u krizden kurtarmak için geldiğini anlayınca, hep bir ağızdan yüksek sesle ilahiler söylemeye başladılar.
''Rossem Uigru de Calypse!''
Sıcak karşılama son derece coşkuluydu, bu yüzden Max'in tetikte olma endişesi uçup gitti. Rem'in üzerine tırmandı ve ezici kalabalığın arasından şövalyeleri takip etti. Riftan'ın güçlü aurası, şövalyeleri ön planda tutarken muazzam bir şekilde yayıldı. Güçlü, erkeksi tünemiş yüzü, büyük siyah atının tepesinde, dosdoğru ileriye bakarken otoriter bir hava veriyordu, bu soyluların ancak sahip olmak isteyebileceği bir şeydi. Geniş, güçlü omuzları ve savaş atını mükemmel bir şekilde kontrol eden uzun, kalın bacaklarıyla birlikte, ihtiyatlı bir güç yaydı.
Ejderhayı yenen şövalyeyi görmek için limanın etrafında toplanan Livadon halkı, ondan tamamen büyülenmiş gibiydi. Remdragon Şövalyeleri'nin geçtikleri her yeri rengarenk çiçeklere boğdular ve beyaz mendillerini coşkuyla salladılar.
"Azmettin ve onca yolu geldin, Whedon'un en güçlü şövalyesi Sör Riftan Calypse. Livadon'un yardımına geldiğiniz için teşekkürler."
Livadon kraliyet ailesinin mührünü ve beyaz bayrağını taşıyan şövalyeler, ana yoldan geçtikten sonra yaklaştılar ve büyük salona gitmek için yürüdüler. Max başını arkadan uzattı ve bulvarın ortasında duran gümüş grisi zırhlara bürünmüş yaklaşık otuz şövalye gördü. Ve başlarında, orta yaşlı bir adam onları kırmızımsı kahverengi bir savaş atının üzerinde karşıladı. Riftan ona doğru ilerledi ve açıkça konuştu.
"... Uzun zaman oldu Grandük Druick Aren."
Grandük ona geniş bir gülümseme gönderdi ve resmi tonu, eski bir arkadaşına hitap ediyormuş gibi anında değişti.
"Adımı hatırlaman beni onurlandırdı. Altı yıl oldu… hayır, bir yıl daha geçti… yani küçük kardeşime iyi bir dayak atmayalı yedi yıl oldu.''
Max, asilzadenin sözleriyle bol bol terlemeye başladı. Bu asilzadenin Riftan'a düşmanlığı olup olmadığını merak etti. Ancak, onun endişesinin aksine, adam sadece atını Riftan'ın yanına götürdü ve dostça bir gülümsemeyle elini Riftan'a doğru uzattı.
"O zamanlar olduğundan daha büyük bir şövalye olduğunu duydum. Bu kadar erkeksi olman şaşırtıcı. Sejour, senin fiziğin onunkinden daha önemli hale geldiğini keşfettiğinde kesinlikle öfkelenecek."
Ç/N: Riftan bebeğim gitmeee :'(