Lucia 33. bölüm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Lucia 33. bölüm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Aralık 2021 Çarşamba

 Lucia - 33. Bölüm 

Damian (4)

Anna gezisinden elleri bir iple bağlanmış kitaplarla dolu olarak döndü. Bu günlerde Düşes için bir tedavi bulmaya çalışıyordu.

Kitapçıyı taramış, şifalı bitkilerle ilgili tüm kitapları toplamış ve kitapçının sahibine ilgili bir kitap geldiğinde mutlaka onunla iletişime geçmesini istemişti.

Anna kale kapılarından içeri girip kaleye girerken, genellikle yakın olduğu orta yaşlı bir kadın olan Dorothy'yi biraz uzakta gördü.

Sesini yükseltmek ve onu selamlamak istedi ama Dorothy bir erkeğe tutunduğu ve uysalca belini eğerken telaşlı davrandığı için onu boş boş izledi.

'Giysisine bakınca, yüksek mevkide birine benzemiyor...'

Ayrıldıklarında Anna Dorothy'ye yaklaştı.

"O kimdi? İlk defa gördüğüm birine benziyor."

"İlk defa mı? Şey, O gerçekten de yolculuk tutkusu dolu biri. O, Dük'ün doktoru."

"Dük'ün doktoru mu? Ben neden böyle bir insanı hiç görmedim?''

"Kalede fazla kalmadın. Birkaç yıl ondan haber alamadık, sonra döndü, birkaç gün kaldı ve tekrar gitti. Bu sefer neredeyse iki ya da üç ay kaldı. Bir daha ne zaman gideceğini bilmiyorum."

"Bir doktorun öylece gitmesi doğru mu?"

"Dükümüz çok güçlü bir insan olduğu için gerçekten bir doktora ihtiyacı yok. Buradaki en boş kişinin Dük'ün doktoru olduğuna dair sık sık şaka yapılır. Ama burada yeteneğinden şüphe eden yok sonuçta, en küçüğümüz neredeyse ölüyordu ama onun sayesinde yaşadı.''

Anna sohbet ediyor olsa da, Philip'in kaybolduğu yöne bakmaya devam etti.

Ertesi gün Anna, Philip'i evinde bulmaya gitti. Dış duvarların köşesine yerleştirilmiş ahşap bir evdi. Evin yakınında kalın bir ağaç vardı ve bu onu daha da uzak gösteriyordu.

Acil bir durum söz konusu olduğunda, birincil hekim mümkün olduğunca erken sürede gelebilmeliydi, bu yüzden Anna kalenin içinde kalıyordu.

Adamın Dük'ün birincil doktoru olduğu söylense de, her zaman tatile gitmek için görevinden ayrılırdı, asla Dük'ü aramadı ve ikametgahı çok uzaktaydı.

Her nasılsa, hepsinin bir iç hikayesi var gibiydi. Tam zamanında, Anna sonunda Philip'i arka bahçede bir sandalyede otururken buldu.

"Merhaba, Sör Philip. Ben Düşes'in doktoru Anna'yım. Dük'ün doktorunun etrafta olduğunu duydum, bu yüzden sizinle tanışmaya ve aynı zamanda selamlarımı iletmeye geldim."

Etrafında biraz tuhaf bir hava olan yaşlı adam, sanki yüzünü araştırıyormuş gibi Anna'yı yavaşça izledi, sonra iyi huylu bir gülümseme sergiledi.

"Tanıştığımıza memnun oldum. Bana Philip diyebilirsin."

''Benim için de, bana Anna deyin.''

"Sen değerli bir misafirsin, içeri gel. Çay getireyim."

Philip'in dostane yanıtı Anna'nın biraz gergin olan kalbinin gevşemesine neden oldu ve Anna onu evin içine kadar takip etti.

Çay içtiler, birkaç anlamsız muhabbet ettiler ve birkaç kelimeden sonra sohbet giderek tıpla ilgili konulardan olmaya başladı.

İkisi de doktor olduğu için bir gün boyunca bile konuşabilecekleri ortak bir konuydu. Aralarında geçen konuşma sırasında Anna iki şeye hayran kaldı.

Philip'in kibar ve zarif tavrına ve tıp bilgisine. Bir doktorun mesleğinin ve asil bir Baron'un statüsünün kusursuz olduğu bir fırsattı.

Yine de, bir doktor olarak Anna, Philip'in tıbbi bilgisine daha fazla odaklanmıştı.

'Bu kişi yetenekli.'

Anna, Philip'in zekasına ayak uyduramadı. Doktorların genellikle sadece kendilerinin bildiği veya hastalıklarla ilgili bir anlayışa sahip olduğu benzersiz bir tedavi yöntemi vardır, ancak Philip konuşmaya başladığında bilmediği hiçbir şey yoktu.

Daha doğrusu daha kolay bir tedavi yöntemi bile önerirdi.

'Eğer o ise... Majesteleri'nin semptomlarını biliyor olabilir.'

Başından beri, Anna'nın asıl amacı Düşes'in semptomları hakkında tavsiye almaktı. Ancak, genel hastalıkların aksine, Düşes'in semptomları kişisel bir sırdı.

Bir doktor olarak vicdanını sürekli rahatsız etti çünkü bir hastanın sırrı kesinlikle korunmalıydı.

Aynı yerde çalışan doktorlar olsalar bile, semptomlar hakkında kolayca konuşamazdı.

Ve Anna başka bir hastaya baksa bile, yine de Düşes'in birincil doktoruydu. Gözlerini kapatıp görmezden gelebileceği bir şey değildi.

Anna sonunda, Philip'in evinden ayrılabileceği kadar çok tıp kitabı okumaya karar verdi.

Anna, Philip ile görüşmeden dönerken Jerome tarafından çağrıldı.

"Seni arıyordum çünkü söyleyecek bir şeyim var. Görünüşe göre bugün Sör Philip ile tanışmışsınız." (Jerome)

"Ben...beni mi izliyorsun?"

"Ah, yanlış anlama. Gözetlenen sen değilsin Anna, Sör Philip."

Geçmişte Dük, Sör Philip'in kalede yaşadığını duyduğunda oldukça hoşnutsuz görünmüştü. Efendisinin duygularını açığa vurması çok nadirdi.

Jerome ayrıntıları bilmiyordu ama bir şey olduğunu anlayabiliyordu, bu yüzden Jerome onu yakından izlemek için Philip'in etrafına daha fazla göz dikti.

Jerome'un sıkı gözetimi, Philip'in Roam şehrine vardığı andan itibaren bir süre önce başladı. Ama Jerome, Philip'i izleyen başka bir çift gözün olduğunu bilmiyordu.

Damian'ın yanında gizli korumalardı ve görevlerinden biri Philip'in Damian'a yaklaşmasını engellemekti. Damian Roam'a döndüğü için, Philip şimdi çifte izleme altındaydı.

"Tanışamazsınız demiyorum. Ayrıca ne hakkında konuştuğunuzu söylemek zorunda değilsin. Ama Sör Philip'in Majesteleri ile tanışmasına veya ondan bahsetmesine izin veremezsin. Majestelerinin Sör Philip'in varlığını öğrenmesine izin vermemem söylendi." (Jerome)

Anna nedenini sormak istedi. Bununla ilgili anlayamadığı pek çok şey vardı ama Anna sadece bir doktordu. Yukarıdakiler öyle diyorsa, uyması gerekiyordu.

"Tanışmamızın bir mahsuru yoksa... Sör Philip yetkin bir doktor. Majesteleri için tedavi yöntemleri konusunda tavsiye istememde bir sakınca var mı?''

Jerome bir an düşündü.

"Eğer sadece buysa, o zaman sorun değil. Ama Majesteleri bunu ancak senin tedavin olarak bilebilir."

"…Anladım."

Yukarıdakilerin gözetimi altında olmak son derece rahatsız edici bir düşünce olduğundan, Anna birkaç gün Philip'i bulmaya gitmedi.

Ancak Philip başka bir seyahate çıkarsa, karşılaşacakları günün uzak bir gelecekte olacağını düşünmeye başlayınca, gerginleşti. Sonunda, Philip'i görmek için geri döndü.

"Anna, hoşgeldin."

Philip bir misafiri olduğu için mutlu görünüyordu ve ifadesi çok nazikti. Anna tüm yol boyunca endişeyle doluydu.

Nasıl bir insandı ki, izlenmesi gerekiyordu? Büyük bir kötülük mü yaptı?

Gergindi ve buna anlamsızca sürüklenebileceğinden endişeliydi, ancak Philip'in misafirperverliği karşısında gereksiz yere suçlu hissetti.

'Eğer kötü bir şey yaptıysa, o zaman kesinlikle gözetim altında olmayacaktı. Sör Philip bir doktor ama aynı zamanda bir baron, bu yüzden muhtemelen bir tür politik meseledir.'

Ve böylece, daha sonra, Anna sürekli olarak Philip'i ziyaret etti. Bir doktorun bilgisi neredeyse onların hazinesiydi, bu yüzden Anna, ona özgürce öğreten Philip'e içtenlikle saygı duymaya başladı.

Philip'e gelince, her zaman yalnız olduğu için sohbet edebileceği bir arkadaşının olması hayatını çok daha keyifli hale getirdi.

Yakında ayrılmayı düşündü ve zamanını Anna ile sohbet ederek ya da bazen onunla kalenin dışına çıkarak ve yoksullara tıbbi hizmetler sunarak geçirdi.

İkisi arasındaki ilişki, bir usta ile öğrencisi arasındaki ilişkiye çok benziyordu.

****

Damian geldikten sonra, Roam'daki huzur her zamanki gibi kaldı. Lucia'nın da hayatı değişmedi.

Gündüzleri bahçeyle ilgilenir, akşamları çalışma odasında kitap okurdu.

Evin Hanımı'nın tavrı her zamanki gibi olduğu için, Damian'ın gelmesiyle başta biraz gergin olan çalışanlar normale döndü.

Bu arada, Damian çok çalışmakla meşguldü. Günün çoğunu odasında yalnız başına kitaplara bakarak geçirdi.

Oğlan için Akademi, varlığını kanıtlayabilecek tek şeydi. Üzerinde asla rahat edemezdi.

Kitaplarına kendini tamamen kaptırmış olan çocuk, kapısından gelen tıklama sesiyle başını kaldırdı.

Bir süre sonra bir hizmetçi geldi, kapının yanında durdu ve konuştu.

"Genç efendi, yemek hazır."

"Peki."

O kadar zamanın geçtiğinin farkında değildi. Damian tereddüt etmeden kitabı kapattı ve ayağa kalktı.

Odadan çıktı ve yemek odasına doğru adımları hafifti. Günde iki kez Düşes ile öğle ve akşam yemeği yerdi.

Sadece oturup yüz yüze yemek yemekti ama zaman geçtikçe Damian bu zamanı sabırsızlıkla beklemeye başladı.

Damian yemek odasına geldiğinde henüz kimse gelmemişti. Oturup biraz bekledi, sonra Lucia geldi. Damian hızla kalktı, bir sandalye çekti ve Lucia'nın sandalyesine oturmasına yardım etti.

"Teşekkür ederim Damian."

Lucia gülümsedi, onu selamladı ve karşılık olarak Damian başını hafifçe eğdi ve ardından yerine geri döndü. Yemek boyunca sessizdi.

Yemek yerken genellikle aralarında neredeyse hiç konuşma olmazdı. Tek bir kelime bile söylemedikleri zamanlar daha da fazlaydı.

Damian çekingen olduğu için bir çocuktan farklıydı ve Lucia da konuşkan bir tip değildi. Ama ne Damian ne de Lucia sessizliğin rahatsız edici olduğunu hissetmedi.

Onlar yemek yerken, Damian yanlışlıkla çatalını düşürdü ve bir hizmetçi hızla yeni bir çatalla değiştirmek için yaklaştı. Bu küçük hata, hiçbir şey olmamış gibi sorunsuz geçti.

Damian ona hizmet etmek için hareket eden hizmetçiye baktı. Kendisiyle ilgilenen çalışanların tutumlarının çok dikkatli olduğunu hissedebiliyordu.

Bu, yatılı okula gitmeden önce kendisine kaba davranan bir çalışanın olduğu anlamına gelmiyordu. İnsanlar onun gayrimeşru olup olmadığı hakkında her türlü şeyi söyleseler de, çalışanlar açısından bakıldığında o çok yüksek bir konumdaydı.

Ancak daha önce sadece görevlerini yerine getiren sağlam bir robot gibi görünüyorlardı. O zamana kıyasla şimdi, onun isteklerine hizmet edip yerine getirirken biraz daha şevk gösterdiler.

Damian, Düşes'in iltiması olduğunu biliyordu ve Düşes ona karşı iyi niyetini hiç gizlemedi. Ve çalışanlar onlara hizmet ederken izleyip dinledikleri için Damian'a karşı çok daha dikkatli davrandılar.

Damian'ın Düşes ile bir günde karşılaştığı süre çok fazla değildi. Çoğu zaman ders çalışırdı, sonra yemek zamanı gelirdi, sonra yürüyüşe çıkarlardı.

Düşesin iltiması aşırı değildi ve onun aklını karıştırmaya ya da aşağı çekmeye çalışmadı. Zaman bu şekilde geçtikçe Damian'ın sınırları gevşedi.

Damian biraz daha büyük olsaydı kalbinin kapısı sıkıca kapalı olurdu belki ama o sadece sekiz yaşındaydı. Sevgiyi özleyen ama ne olduğunu bile öğrenmemiş küçük bir çocuktu.

Akşam yemeğinden sonra ikisi de birlikte bahçeye çıkmaktan söz etmediler ama doğal olarak birlikte yürümeye başladılar.

''Çoğu zaman hevesle çalışıyorsun, değil mi? Bunu takdire şayan buluyorum.'' (Lucia)

Damian'ın kulaklarının uçları hafifçe kızardı.

''Çünkü… Akademiye döndüğümde geride kalmak istemiyorum.''

''Bunun bir tatil değil, bir gezi olduğunu söyledin, değil mi? İstediğin zaman dışarı çıkabilir misin?"

'İzin almanız gerekiyor ve yılda 30 gün sınırı var. Majestelerinin burada olmayacağını bilmiyordum. Ne zaman döneceğini bilmemin bir yolu yok, bu yüzden 30 günlük süre içinde geri dönüp dönemeyeceğimden emin değilim.''

Damian'ın ifadesi biraz daha koyulaştı.

30 gün sınırı büyük bir sorun olmayacaktı. Dük bu tür sorunlarla başa çıkabilirdi ama sömestr çoktan geçip gitmişti.

"Neden ona baba demiyorsun? Ona bu şekilde seslenmen gerektiğini mi söyledi?''

"…Öyle değil. Ben sadece... hoşlanmayacağını düşündüm..."

"Neden böyle düşünüyorsun? Bu sadece senin varsayımın. Ona baba demeyi dene, bundan kesinlikle hoşlanmamazlık etmeyecektir.''

''…''

"Ve Damian, bana adımla seslenmedin. Adımı bilerek atladığını fark etmeyeceğimi mi sandın? Bana seslendiğinde, 'hey', 'oradaki' ile mi yürüyeceksin? Bunu yapmıyorsun, değil mi?''

Çocuğun kırmızı gözleri titredi.

"Hayır. Ben bunu yapmıyorum..."

"O zaman söyleyebilirsin. Ben sana Damian diyorum, değil mi?"

''…Evet…Lucia.''

Damian sessizleşti ve sonra aniden konuştu.

"Sana bir soru sorabilir miyim?" (Damian)

"İstediğin zaman." (Lucia)

"Benden nefret etmiyor musun?"

"Senden nefret etmiyorum."

Lucia hiç duraksamadan, sanki gündelik bir konuşmaymış gibi hafifçe yanıt verdi.

"Senden nefret etmem gerektiğini mi düşünüyorsun?" (Lucia)

''…Bence yapman gerekiyorsa yapmalısın.''

''Böyle bir söz nereden çıktı? Nefret duygusu, düşmanı incittiği kadar insanın kendini de incitir. Neden kendimi böyle gereksiz bir duyguyla rahatsız edeyim? Senden nefret etmiyorum ve gelecekte bunu yapmak gibi bir planım da yok."

''…''

Ama Düşes bir çocuk doğurursa ve onun çocuğunun geleceğine bir barikat olursa, o andan itibaren ona karşı olan iyi niyeti nefrete dönüşecektir.

Damian Düşes'in sözlerine inanamadı.

"Damian, evlendiğimden beri seni biliyorum ben. Baban, seni kabul etmem şartıyla benimle evlendi.''

Damian buna inanamadı.

"O adam muhtemelen sevecen bir baba değil ama senden nefret ettiğini düşünme. Kendini ifade etmekte beceriksiz bir adam. Senden nefret etseydi, seni halefi yapmaya zahmet etmezdi.''

Damian buna inanamadı ama inanmak istedi. Daha önce kimse çocuğa böyle bir şey söylememişti.

Kaba gayri meşru çocuğa karşı bir küçümseme ve onaylamayan bakışlar vardı, babasının soğuk bakışlarının kayıtsızlığı karşısında dişlerini sıkmış ve daha çok çalışmıştı. Böylece Lucia'nın şefkatli rahatlığı, çocuğun kalbindeki boşluklara sıkıştı.

"Babandan nefret mi ediyorsun?"

Nefret. Böyle düşünmeye asla cesaret edememişti. Damian elindekinin kendi imkanlarının ne kadar ötesinde olduğunu biliyordu. O sadece asil olmayan bir biyolojik annesi olan gayri meşru bir çocuktu, ancak yüksek rütbeli asil babası tarafından tanındı ve halefi olarak atandı.

[Mezun ol. O zaman burası senindir.]

Dük, Damian'ı sadece bu şartla yatılı okula gönderdi. Gülünç derecede kolay bir durumdu.

Ve korkunç babası yüzünden, birçok nefret dolu bakış olmasına rağmen, kimse çocuğa doğrudan zarar vermeye çalışmadı.

Taran soyundan Dük hariç, sadece Damian vardı, bu yüzden rakip yoktu. Yani şikayetleri barındırmak Damian'ın yapmayacağı bir şeydi.

"Hayır. O… hayran olduğum biri.''

Çocuğun gittiği yatılı okul, çeşitli ülkelerden soyluların ve kraliyet kanından olanların toplandığı prestijli bir akademiydi.

Okul sistemi her öğrenci için kişiselleştirildiğinden, Damian gibi uzun süreli yatılı öğrenciler vardı ve en kısa eğitim süresi iki yıl olabilirken, büyük ölçüde değişiyordu.

Dünyanın dört bir yanından gelenler arasında Xenon'dan Taran Dükü'nü bilmeyen yoktu. Çok uzun zaman önce sona ermeyen savaştaki olağanüstü cesareti, diğer ülkelerde, özellikle de düşman ülkelerde, kendi ülkesinden daha ünlüydü.

Damian, şövalyelerine neredeyse tanrılar gibi saygı duyulduğunu duymuştu. Babası o kadar büyüktü ki, kimse onu geçemezdi.

Damian, Akademi'de babasının kim olduğunu ve hangi ülkeye mensup olduğunu açıklamadan yaşadı. Dük ondan bunu saklamasını istememişti.

Ama Damian onu takip edebilecek bakışlardan korkuyordu. 'Ah, böyle olağanüstü bir insanın ancak böyle bir oğlu olur' diyen bakışlardan.

Çocuğun amacı, halef olarak statüsünü güvenli bir şekilde güvence altına almak ve bir gün Dük'ün yerini almaktı.

Ama bunun neden olduğunu ya da Dük olduktan sonra ne yapmak istediğini hiç düşünmemişti. Sadece yararlı olmazsa terk edileceğinden korkuyordu çünkü babasının unvanını devralacak birine ihtiyacı vardı.

Damian hiçbir zaman babasının sevgisini ummadı. Küçük bir tanıma ile bile tatmin oldu.

Bu şekilde tamamen işe yaramaz olmadığını biliyordu. Eğer o kadar ağırlandıysa, isteyebileceği başka bir şey yoktu.

"Anlıyorum. Bir oğlun babasına hayran olması arzu edilen bir şeydir.'' (Lucia)

Lucia'nın sürekli göğsüne bastıran bir şey varmış gibi görünüyordu. Taran ailesinin trajik vakası tatsız bir olaydı ve görünüşe göre baba ile oğul arasındaki ilişki pek iyi değildi, bu yüzden içten içe endişeliydi.

"Onun hangi tarafına hayransın? Onun harika bir Şövalye olmasına mı? Yoksa uçsuz bucaksız Kuzey'e hükmeden güçlü bir lord oluşuna mu?''

''…Çünkü o güçlü.'' (Damian)

Kulağa tamamen saçmalık gibi gelen bir ifadeydi ama Lucia kabul etti. O haklıydı. Lucia'ya gökyüzünün altında Hugo'dan daha güçlü biri varmış gibi gelmiyordu.

Hem fiziksel hem de zihinsel olarak kendisine yaslanma isteği uyandıran türden bir adamdı.

"Evet. O gerçekten güçlüdür.''

Devasa bir ağaç gibi, sağlam ve boyun eğmezdi; insanın onun gövdesine yaslanıp gölgelerine sığınmak istemesine yetecek kadar.

"Damian, güçlü olmak istiyor musun?"

"Evet."

"Olabilirsin. Sen babanın oğlusun."

"…Evet."

Rüzgar, ikisinin yanından hafifçe esiyordu. Rüzgarın taşıdığı çiçeklerin kokusu o kadar tatlıydı ki Damian'ın kalbini zevkle doldurdu.

Hiçbir kelime yoktu ama yürümeye devam ederken yüzlerinde bir gülümseme vardı. Yine huzurlu bir gündü.

Ç/N: Baba oğuldan hangisi Lucia'nın ışıltısına ilk düşen oldu sizce ahahah Damian'ım bebeğim çok tatlı T.T Bu arada Anna ile Philip'i ship'ledim.. Neden diye sormayın ben de bilmiyorum ( ̄ー ̄)ノ

Önceki Bölüm                                                                                                Sonraki Bölüm