20 Aralık 2021 Pazartesi

Lucia - 30. Bölüm 

Damian (1) 

''Genç efendi, ben idari sekreter Ashin. Beni hatırlıyor musunuz?"

Damian ona sert bir şekilde başını sallamadan ve arabaya girmeden önce kısaca Ashin'e baktı. Soğukluğu babasınınkinden aşağı değildi.

'Bu yüzden kan inkar edilemez derler...'

Belki de Dük de çocukken böyleydi. Siyah saçları ve kırmızı gözleriyle Damian minyatür bir Taran Dükü'ydü. Soyunu belirlemek için muhtemelen kraliyet ailesinin büyülü hazinesini kullanmaya bile gerek yoktu.

Küçük lordun Taran Dükü'nün kanından olmadığını kimse söyleyemezdi.

'Üf... bu sadece benim kaderim.'

Ashin uzun mesafe yolculuklarından nefret ederdi. Tek yapması gereken, rutin olarak Roam ve ev arasında gidip gelmek olsa, son derece memnun olurdu. O kasvetli küçük çocuğun yanında uzun süre oturmak zorunda kalacağını düşündüğünde iç çekmeden edemedi.

''Bu arada sağlıklı ve rahat olduğunuzu görüyorum. Çok büyümüşsünüz, sizi neredeyse tanıyamadım."

Ashin, ortamın havasını yükseltmek için yumuşak bir çabayla dostane bir şekilde konuştu. Bu genellikle yaptığı bir şey değildi ama bir haydut olarak ele alınmak istemiyordu ve Ashin, dünyanın en korkunç adamı olarak tanıdığı Taran Dükü'ne tıpatıp benzeyen küçük Taran Dükü'nü son derece huysuz buldu.

Ayrıca, onu neredeyse hiç tanımadığı da bir gerçekti.

'Vay...bu ne sekiz yaşı böyle? Üç ila dört yaş daha büyük gibi görünüyor. Yeğenim on yaşında ama o bile küçük efendimizden daha ufak.''

Küçük lord altı yaşındayken bile iriyarı bir fiziği vardı, bu yüzden o zamanlar bunun işaretleri vardı.

Tıpkı bir tilki ve bir kaplanın farklı boyutlarda olması gibi.

'Böyle büyümeye devam ederse, büyük bir yapıya sahip olmayacak mı? Kağıt üzerindekilerden tamamen farklı.'

"…bu ne?"

"Ha?"

Küçük lordun ağzı nihayet açıldığında Ashin kendinden memnun hissetti.

"Rütbene göre beni kişisel olarak almana gerek olmadığını biliyorsun."

"Ha...ha-ha."

Doğru. Onun statüsündeki birinin genellikle buna ihtiyacı olmazdı. Gerçi o sözlerin sekiz yaşındaki bir çocuğun ağzından çıkacak şeyler olduğunu düşünmemişti.

'Beni hatırlamasını bir kenara bırakalım... rütbemi hatırlıyor mu?'

Taran Dükü'nün soyunda farklı bir şey olmalı. Böyle düşündüğünde, bunun haksızlık olduğunu hissetti ve anlayabiliyordu.

Şu anki Taran Dükü bile böyleydi. Bir şövalye ve en iyilerden biri olarak beyni mükemmeldi.

'Dünya ilk başta zaten adaletsizdir.'

Bunu çocuksu masumiyetinin kırıldığı gün fark etti.

"Bu, Majesteleri Dük'ün emriydi."

Damian'ın gözleri biraz daha büyüdü.

'Neden?'

İfadesi sorgular gibiydi.

''Genç efendinin haberi çoktan duyduğuna inanıyorum. Taran Dükü'nün artık bir hanımı var."

Damian başını salladı. Genellikle Dük hakkında nispeten ayrıntılı bir şekilde haberler aldı.

Dük, gelecekte yönetimi devralması için onun her şeyi bilmesini amaçladı.

Evden ne kadar uzun süre ayrılmış olursa olsun, yatılı okulda olup olmadığı ve dışarıdan gelen haberlere kapalı olup olmadığı önemli değil, her şey Dük'ün "bilmiyordum" sözlerini asla duymaması içindi.

Damian gönderilen mektubu kelimesi kelimesine ezberledi.

"Bunlar sadece benim düşüncelerim ama ikinizin de artık bir anne-oğul ilişkisi olduğuna göre, ikinizin de birbirinizi bir aile olarak tanımanız gerektiğini düşünüyorum."

'Anne-oğul ilişkisi mi diyor?'

Damian içten içe sorguladı. Babası o kadar hassas bir insan değildi. Dük'ün güçlü bir anne-oğul ilişkisine sahip olmalarını isteyeceği fikri hiçbir anlam ifade etmiyordu.

Belki o ve düşes birbirlerini ısırır ve parçalardı ve biri ölene kadar dük ilgilenmezdi bile.

"Başka bir şey söylemedi mi?"

''Ah… o… annenize karşı kaba olmamanızı istedi. Gerekli saygıyı göstermeniz gerektiğini söyledi…''

'Yani bu kadar.'

Ashin bunu basitleştirmişti ama uyarıyı iletmişti. Gergin olmadan sessizce orada kalması gerekiyordu.

Halefi olmasına rağmen, hala gayri meşru idi. Bu da gereksiz yere Düşes'in sinirlerini bozmaması gerektiği anlamına geliyordu.

Dük onu uyarmasa bile Damian'ın üvey annesiyle yüzleşmeye niyeti yoktu.

Sonuçta, statüsünü yükseltmek için Düşes'in rızası kesinlikle gerekliydi.

"O güzel mi?" (Damian)

"Ha? Ah…Onu sadece birkaç kez gördüm…''

'Birini güzel olup olmadığını anlamak için bir kez görmen yeterli.'

Ashin'in tereddütlü yanıtı nedeniyle Damian bir sonuca vardı.

'O kadar güzel olmamalı.'

Damian'ın üvey annesine ilgisi ancak bu kadardı, ardından bu düşünceyi katladı.

Üvey annesinin bakış açısından bakıldığında, Damian hoş karşılanmayı beklemiyordu ve o Roam'dayken sadece birkaç kez buluşacaklarını umuyordu.

Ölü kadar sessiz yaşayacaktı. Yüzünü görmek istemiyorsa, kendini odaya kilitler ve onu taciz ederse bu tolere edilebilirdi, buna katlanmayı planladı.

Damian, Dük'ün evleneceğini duyduğunda pek şaşırmadı. Dük'ün bunu sadece evlenme zamanı geldiği için yapmasını bekliyordu.

Damian, babasının sadece zorunluluktan hareket eden soğuk mizacını kavramıştı.

Düşes bir çocuk doğursa bile, Damian'ın halefi olarak statüsü sarsılmazdı.

Babası hiçbir zaman iyi bir baba olmadı ama insanın güvenebileceği biriydi.

Damian'ın dikkati daha sonra Akademi'ye çevrildi. Dönemin başındaki ani çağrı, programını alt üst etmişti.

Başlangıçta, ne zaman döneceğini bilmediğinden ayrılıp geride kalma konusunda endişeliydi. En kötü ihtimalle, tüm sömestrden vazgeçmek zorunda kalacaktı.

'En fazla bir hafta orada kalacağım.'

İleri geri yolculuk dahil edilirse yaklaşık üç hafta sürerdi.

Döndüğünde derslerden geride kalmak istemiyorsa, zamanının boşuna harcanmasına izin veremezdi.

Damian zaten arabanın bagajını ağzına kadar kitaplarla doldurmuştu.

****

Taran Dükü'nün evlilik haberi birilerinin ağzından çıkmış ve yüksek sosyeteye ulaşmana dek ağızdan ağza dolaşmıştı.

Sadece insanların konuşmalarında ortaya çıktı. Düğüne kimse katılmamıştı, bu yüzden sadece söylenti patladı çünkü insanlar meraklarını giderecek başka bir yol bilmiyorlardı.

Kwiz elbette meraklıydı ve bu merakı gidermek için çok para ve zaman harcamıştı.

Düşes olan kadın, bir prenses olduğu için, onu araştırmaya istekli birini bulmak zordu.

Ne kadar aradıysa da hiçbir şey bulamamıştı. Tek doğru bilgi onun adı ve yaşıydı.

Prenses hakkında en ufak bir şey bile bilen kimse yoktu.

Ancak, evlenmeden kısa bir süre önce onu bekleyen saraydaki hizmetçilerden onun tarifini alabilmesi bir hasat olarak kabul edildiyse, o zaman bir hasat elde etmişti.

Ve böylece daha boyun eğmez oldu. Kendine göre yetenekli bir bilgi kaynağına sahip olduğuna ikna olmuştu, bunun için ancak aylarca araştırmaları ve onu uyandıracak hiçbir şey bulamamaları gerekti.

"Ne oluyor? Gökten düşmüş falan da değiller ya."

Kwiz tüm bunların saçmalığından yakındı. Prensesi öğrenmeye çalışan sadece Kwiz değildi.

Kraliyet İstihbarat Birimi de müstakil sarayını araştırarak Prenses Vivian'ı araştırmıştı, ancak bu süreçte saray kızının yoklama çağrısını manipüle ettiği ortaya çıktı.

Saray büyük çapta tersine çevrildi ve baş mülk sahipleri sorumlu tutuldu ve ağır şekilde cezalandırıldı.

Kwiz, prensesin on iki yaşına kadar yaşadığı köye birini gönderip saraya çağırdı ama anne-kız çiftine yakın olan kişi bile hiç duymadığını söyleyerek başını salladı.

Aylarca kazıp dikte ettikten sonra, prensesin annesinin ölmeden önce saraya gönderdiği mektubu eline aldı.

"Bundan da bir ipucu yok..."

Kwiz eski kağıt parçasındaki kısa mektubu okuduktan sonra içini çekti.

Tek söylediği, bir gün Kral ile yattığı ve prensesi doğurduğuydu. İlişkileri hakkında hiçbir şey açığa çıkmadı ve annesinin kimliği hakkında ipucu veren hiçbir şey yoktu. Annesi adını bile imzalamamıştı.

"Annesi sıradan biri...olabilir miydi?"

Biraz şüpheliydi ama öyle görünmüyordu. O ihtiyar her ne kadar her müsait kadınla oynuyormuş gibi görünse de, onun da bir tercihi vardı.

Pürüzlü cildi ve çalışmaktan dolayı kabalaşmış elleri olan sıradan bir kadını kucaklaması pek olası değildi.

"Gerçekten hiçbir şey bilmiyor musun, Sör Krotin?"

Kwiz, ortadan kaybolmayı seven yakındaki muhafızı Roy'a daha önce defalarca sorduğu soruyu tekrar sordu.

"Bilmiyorum. Biliyor olsam bile, bilmem."

Roy'un rahatsız edici ve kaba konuşma tarzı, yanında duran emir subayının kaşlarını çatmasına neden oldu.

Ona kıyasla, Veliaht Prens'in ifadesi, içinde ne hissettiğini bilmese de değişmedi.

"Başka bir şey bile iyidir. Bu ikisi nasıl tanıştı ve evlendi?"

Ölesiye merak ediyorum!

Doyumsuz merakından dolayı Kwiz'in hüsrana uğramış ifadesine bakan Roy, gizlice kıs kıs güldü.

'Ben biliyorum.'

Bir başkasının bilmekte zorlandığı sırrı bilmek oldukça keyifliydi.

"Bir düşünce, yarın bir düellon var, değil mi, Sör Krotin?"

"Evet."

Veliaht Prens'e düşman olan Kontların hizipleri, Veliaht Prens ile doğrudan yüzleşmeye cesaret edemediler, bu yüzden katı Roy ile kavga ettiler.

Her zamanki konuşma tarzıyla reddedince, onlara birkaç kelime fırlattı, onlara hakaret ettiğini söyleyerek eldivenlerini yere attılar. (1)

Ve Roy memnuniyetle kabul etti. Kendi ayağına getirilen bir kavgadan asla kaçmamıştı.

"Kibardan mı alayım? Yani yarınki düelloyu demek istiyorum." [Roy]

Kwiz gülmeye başladı.

"Bu yeni bir şaka mı? Bu ne tür bir şaka? Beni düşünmene gerek yok, sadece canınla savaş."

Roy kişisel olarak dövüşmek istemiyordu ama onlar onun savaşacağını düşünürken ailesinden bir şövalyeyi göndermek hoş olmayan bir görüntüydü, bu yüzden onları ezmek için bir fırsat arıyordu.

Misilleme düellosunu teklif etmektense şövalyeyi kolayca idare edebilirdi, yanlış efendiye hizmet etmek onların hatasıydı.

Ama bir kazaya neden olmaktan endişelendiği için prense sordu. Bir kaza olursa, mesele prens olmayacaktı ama efendisi(Hugo) onu ölümüne dövecekti.

"Anladım."

'İzin aldım ki~.' Roy memnun bir şekilde güldü.

Veliaht prens gelecekte bir süre daha bu günü hatırlamaya devam edecekti.

Bu düello 'Çılgın Köpek' Krotin'in başlangıcıydı. 

***

Taran Dükü'nün evlilik haberi geldiğinde, pek çok kadın kalbinin kırıldığını hissetti.

Anita şaşırmıştı ama diğer kadınların aksine daha az acı hissetti. Zaten üç kez evlenmişti ve Taran Dükü ile evlenmeyi asla hayal etmemişti.

Unutmadığı ve zaman zaman görmeye geldiği sevgilisi olmaktan memnundu.

'Yeni gelininden bıktığında benimle iletişime geçecek.'

Soğukkanlılığını korudu ve bekledi, ancak temasa geçilmek yerine sarı bir gül aldı.

Bütün gün önündeki sarı gül demetine ağzı açık kaldı, sonra on gün boyunca strese girmekten midesi bulandı.

Vücudunu bile zar zor hareket ettirebilirken, kafasında bir soru belirdi.

"Sadece neden?"

Ne kadar düşünürse düşünsün, hiç hata yapmamıştı.

Onunla hiç iletişim kurmamış, nerede olduğunu sormamış, hatta ilişkilerinden kimseye bahsetmemişti.

Aksine, evli olduğu haberini duyduğunda kendini daha da uzak tutmuştu.

Ayrılık beyanını bir türlü anlayamıyordu.

Evli olduğu için sevgilisinden ayrılmak mı? Hiçbir zaman bu kadar vicdanlı bir beyefendi olmadı.

Hemen onun malikanesine koşup nedenini sormak isteyen kalbini bastırdı.

Çünkü bunu bir kez yaptığında geri alamayacağını biliyordu.

Geçmişte, ayrıldıkları haber alındıktan sonra malikaneye hücum eden bir kadın duymuştu ama bu olaydan sonra o kadını bir daha asil çevrelerde görmemişti.

Bunu tekrar tekrar düşündükten sonra, buna sebep olanın Düşes olan Prenses Vivian'ın kendisi olduğu sonucuna vardı.

Yeni gelin, Anita'nın varlığından haberdar olmuş ve ondan ayrılmasını istemiş olmalıydı.

Zaten Anita'ya böyle bir bağlılığı olmadığı için, sadece karısının ricasını kabul ettiği açıktı.

Anita, Prenses Vivian'ın kim olduğunu araştırmaya başladı. İlk başta her şey göründüğü gibiydi.

Ancak, yavaş yavaş ona açıklanan gerçekler o kadar ilginçti ki, bir noktada Anita, Prenses Vivian hakkında bilgi almak için gece gündüz avlanmaya başladı.

Anita onu araştırdı ve eşsiz duyuları hiçbir bilginin kaymasına izin vermedi.

İlk dikkatini çeken Prenses Vivian'ın zafer balosuna katılma rekoru oldu. Sarayda adeta kapana kısılan ve kimseyi tanımayan prenses bir zafer balosuna katıldı.

Herhangi bir kadın merak ederdi; peki ya elbisesi? Makyajı? Saçı?

Suya rastgele bir ağ atıp balıkları tek tek sarmaya benziyordu; Yavaş yavaş, Prenses Vivian ile ilgili şeyler ortaya çıktı.

Prensesin hizmetçi kılığına girdiğini ve sık sık kaleyi terk ettiğini öğrendi. Anita, elbiseyi prensesin bizzat temin etmesi gerektiği sonucuna vardı.

Prenses Vivian, dünya hakkında hiçbir şey bilmeyen bir prenses değildi. Anita masaya bir portre koydu ve bir süre hareket etmeden onu izledi.

Prenses Vivian'ın bazı rüşvetleri dağıttıktan sonra elde ettiği tasvirlerine dayanan bir portreydi.

Anita bunu ilk gördüğünde rahatladı.

Portredeki kişi adamın zevkinden çok uzaktı. Evliliğin sadece bir kolaylık evliliği olduğu sonucuna vardıktan sonra, iyi uyudu.

Ancak bir süre sonra Anita'nın kalbi tekrar huzursuzlandı. Evet, onun zevki değildi ama bu yüzden ona aşık olması daha olası değil miydi?

Erkekler genellikle yeni şeylere ilgi duyardı. Hizmetçi kılığına girmeyi seven prensesin bu alışılmadık noktasından endişelenmeye başladı.

'Bir süre onunla ilgilense bile… soğuması uzun sürmemeli. Her an olabilir ve  kim bilir, gelip beni bulabilir.'

Kaygısı daha da artarken kendini teselli etti. İkinci kez sarı gül gönderdiği bir kadın görmemişti.

Sarı gülü aldıktan sonra, Anita'nın düzgün bir şekilde uyuduğu günler çok azdı.

'Sadece ihtiyacı olduğu için evlendi. O bir kadını nasıl seveceğini bilmeyen bir adam.'

Anita, Prenses Vivian'ın portresine bakarken bu kelimeleri sürekli kafasında tekrarladı.

Hiç yerleşmeden bir kadından diğerine sürüklenen biriydi. Kalbinin asla bir kadın tarafından yakalanmayacağına dair yanlış önermeye dayanan bir umuttu. Aynı zamanda onun gururuydu.

Bunun gerçekten olduğunu düşünmek bile kalbini endişeyle doldurdu.

'Gerçek Prenses Vivian'ı görmeliyim.'

Prenses Vivian'la tanışarak ve gözünün onda olmadığını teyit ederek kaygısını yatıştırmak istedi.

'Kuzeye gidip onun haberi olmadan teyit mi etsem..?'

"Kapıları" kullanmamış olsaydı, orada bir arabayla gitmek birkaç ay sürerdi. Bunu yapma düşüncesine bile katlanamıyordu.

Kuzey “kapısını” kullanmak için kişinin Taran Dükü'nün onayını alması gerekiyordu ve süreç ne kadar resmi olursa olsun, eğer öğrenirse, Taran Dük'ün tepkisinden korkuyordu.

İkisinin başkente dönmesini beklemek daha iyi olurdu.

'Neden bir hizmetçi gibi davranıp sarayı terk etti? Sarayın dışında ne yaptı? Bir aşığı mı vardı…?'

Bir aşık. Bu çok mümkündü.

Prenses Vivian'ı bulmak bundan sonra gerçek başlangıç noktası olacaktı. İlk başta Prenses Vivian'ın yüzünü kontrol etme niyeti ortadan kalkmıştı.

Ç/N: Damian'ım oğluşummm geliyorrr sonunda \(^ o ^)/ Bu arada Lucia'm sadece varlığıyla herkese FBI ajanına çevirmişsin be kızım ahahah

(1): Mendil atmak şövalyelerin birini düelloya davet etmesi anlamına geliyor

Önceki Bölüm                                                                                                Sonraki Bölüm

19 Aralık 2021 Pazar

 Lucia - 29. Bölüm 

Anlaşmazlık (5)

''Majesteleri bu yabancı kuzey bölgesine tek başına geldi, tanıdığı kimsesi yoktu, ancak durumunun zor veya rahatsız olduğundan asla şikayet etmedi. Efendi, Majesteleri'ni görmezden gelseydi, o zaman gerçekten yalnız olurdu."

Hugo aslında Jerome'un bugünkü tamamen farklı bir mizacının nereden geldiğinden şüphelenmeye başladı ama bunu düşündüğünde, Jerome'un Fabian'ın kan kardeşi olduğu inkar edilemez gerçekti.

Korkusuzca konuşmak Fabian'ın belirgin özelliğiydi.

Hugo'nun kırmızı gözleri daha da kırmızı parladı.

"Bugünlerde, Majesteleri..."

"Kapa çeneni."

"Majesteleri."

"Bir kelime daha söylemeye cesaret edeyim deme..."

Üzerindeki öldürücü bakışı hisseden Jerome, ağzını kapattı ve bakışlarını indirdi.

Dük, birinin hatalarını gereksiz yere seçen bir efendi değildi ama otoritesine karşı meydan okumalara asla müsamaha göstermeyecek bir efendiydi.

Kriterler, birinin kendilerini aşıyor olmasına bağlıydı. Jerome, dük çiftin özel ilişkisine karışma yetkisine sahip değildi.

Jerome bir kahya olduğu için değildi. Roam'da kimsenin böyle bir yetkisi yoktu. Hugo durumdan son derece memnuniyetsizdi.

Bunu yapmak için yeterli nedeni olduğu için Lucia'nın onu gönderip göndermediğini merak etti. Ama bu Jerome'du.

Her zamanki işine gereksiz yere müdahale etmeyen ve Hugo'nun tek başına yapabileceği şeyler ile Jerome'un kendi başına yapabileceği şeyler arasında ayrım yapabilen Jerome.

Bu nedenle, Jerome'un sıra dışı davranışı sinirlerini bozdu. Hugo, Jerome'un onunla her zamankinden daha fazla ilgilendiğini zaten biliyordu.

Bir kahya olarak Jerome'un sadakatinden şüphesi yoktu ama garip bir şekilde sinirliydi.

"Etkileyici. Gelip beni rahatsız etmeni mi istedi senden?''

Hiçbir şekilde bunu yapmayacağını bilmesine rağmen, içinde aşırı derecede bükülmüş hissetti.

"Hayır, Majesteleri! Majesteleri asla—!''

Çat!

Bir çay fincanı Jerome'un yüzünün yanından uçtu ve Jerome ağzını açar açmaz yerde paramparça oldu.

"Sana çeneni kapamanı söylemiştim."

Jerome solgun bir yüzle otururken Hugo hızla ayağa kalktı ve ofisten çıktı.

Jerome bir hata yaptı. Gereksiz müdahalesinin korkunç bir sonucuydu. Fabian burada olsaydı, kesinlikle ilişkilerinin müdahale etmesi gereken biri olmadığını söylerdi.

"Majestelerinin onurunu boşa çıkardım."

Efendisine karşı ilk isyanı, kuyruğunun tamamen ezilmesiyle sona erdi. Gereksiz yere müdahale etti ve hatta bir yanlış anlaşılma yarattı.

Jerome içini çekti ve her yere dağılmış olan çay bardağının parçalarını süpürmeye başladı.

Kupanın alnında uçmaması, efendisinin zaten oldukça hoşgörülü olduğu anlamına geliyordu.

'Geldiğinde Fabian'dan tavsiye isteyeceğim.'

İşe yaramaz ağız! Ve böylece kendini keskin bir şekilde azarlamaya başladı.

***

Lucia, Kate'le yaptığı geziden, kendini iyi hissetmediğini bahane ederek eve erken dönmüştü.

Konuşmak ya da ata binmek istemiyordu. Kate'i görmekten döndükten hemen sonra, doktor korkuyla ziyarete geldi.

"Majesteleri."

Anna ne yapacağını şaşırdı ve Lucia'nın gergin görünen gözleriyle karşılaşamadı.

O gün Hugo ona istediğini yapabileceğini söyledikten sonra ayrılmıştı ama ertesi günden itibaren sürekli Anna'yı yanına yolladı.

"Majesteleri, Dük beni her akşam çağırıyor ve tedavinin nasıl gittiğini soruyor"

Anna bunu yüzünde 'lütfen beni kurtar' yazan bir ifadeyle söyledi. Dük Anna'yı çağırdığında başka bir şey söylemezdi.

Sadece tedavinin nasıl gittiğini soracaktı ama tek başına bu bile Anna'ya muazzam bir baskı yaptı.

"Lütfen, dürüstçe bana bildiğiniz semptomları anlatın."

Bu nedenle, sadece birkaç gün içinde Lucia'nın kalbindeki öfke durmadan arttı. Onun tarafından aldatıldığını ve kurtulamadığını hissetti.

Hemen ofisine gidip ona tokat atmak istedi.

'Tamam. Yapmamı istediğin şeyi yapacağım.'

Lucia ağzını açtı ve semptomlarını açıklamaya başladı. Rüyasında aradığı doktorlara nasıl açıkladıysa aynen aktardı.

Evet, kendi tedavisini zaten biliyordu ama kullanmaya hiç niyeti yoktu. Ancak Anna başka bir tedavi bulursa tedaviyi reddetmeyi de düşünmüyordu.

Ama bunun olma ihtimali hiçe yakındı. Rüyasında sayısız doktorla birçok kez karşılaşmıştı, ancak hiçbiri onu iyileştiremedi.

O gezgin doktordan bir tedavi yöntemi alabilmesi inanılmaz bir tesadüf ve şanstı.

Böyle bir tesadüfün ve şansın ikinci kez olacağını düşünmüyordu.

Ve beklendiği gibi, Anna açıklamasını duyduktan sonra kafası karışmış görünüyordu. Lucia'nın pelin otu alıp adetini durdurmasına şaşırmış görünüyordu. Bu konuda hiçbir şey bilmiyor gibiydi.

"Üzgünüm Majesteleri. Dürüst olmak gerekirse bu yeteneğim dışında, bu yüzden sana nasıl davranacağımı bilmiyorum. Ama kesinlikle bir yolunu bulacağım.''

Anna kararlı bir şekilde ona güvence verdi. Lucia bir süre dalgın dalgın oturduktan sonra bahçeye çıktı.

***

Hugo ofisinden son derece hoşnutsuz ayrıldı ve dışarı çıkana kadar düşüncesizce yürüdü.

Yağmur durmuştu ama güneşten eser yoktu.

'Sanırım gün böyle bitiyor.'

Hugo farkına vardığında, çoktan bahçedeydi. Hızla arkasını döndü ve gitmeye çalıştı ama bunu yapamadan onu keşfetti.

Yay şeklinde eğilmiş, yeni açmakta olan bir çiçek tomurcuğuna bakıyordu. Bir süre hareketsiz durdu, sonra ayakları ona doğru döndü.

Lucia belini düzeltti ve döndüğünde ona yaklaştığını gördü, anında etrafındaki hava değişirken Lucia kendini bir fanteziye kapılırken buldu.

Etrafındaki her şey bulanıktı ve tek görebildiği o idi. Lucia daha önce böyle bir şey yaşadığını biliyordu.

'Başkentteyken... Şövalyenin geçit töreninin yapıldığı gün...'

Onu ilk kez rüyasında değil de gerçekte gördüğü gündü.

Hugo'ya kızgındı. Durumu berbattı çünkü her gece olduğu gibi düzgün uyuyamadı, hiç açılmayan yatak odası kapısına baktı.

Ve bir süre önce, onu bir gün görürse tokatlamak istemişti. Ama onu bir kez gördüğünde, biriken tüm öfkesi, tuzun suda çözünmesi gibi anında eriyip gitti.

'Ben tam bir aptalım...'

Onun erişilemez olduğunu biliyordu ve duygularını kilitlediğini düşündü ama kalbi yarıklardan sızar gibi oldu.

Kalbi köpürürken bir yandan da acıyordu.

'Onu seviyorum.'

Lucia ne yapacağını bilmiyordu. Tıpkı geçmişteki sayısız sevgilisinin yaptığı gibi, o da kalbini kendine saklayamıyordu.

'Öğrenmemeli.'

Eğer ona bir adım yaklaşırsa, o iki adım geri giderdi. Bir gül almak istemedi.

***

Nefes kesen kavrayışlarının sonuna ulaşan Lucia, Hugo'ya döndü ve gülümsedi.

'Ah…'

Hugo, onu rahatsız eden rahatsızlığın ve kızgınlığın, Lucia'nın gülümsediğini gördüğü anda dağıldığını hissetti.

Güzel bir uykunun ardından sabah uyanmak kadar ferahlatıcıydı. Hugo sonunda aptallığından uyandı.

Korktuğu şey onun varlığı değil, kendi kararsızlığıydı. Onun gülümsemesini bir daha görememeyi hayal etmek bile nefes alamıyormuş gibi hissetmesine neden oldu.

'Sana söylemiştim', kalbi onunla alay ediyor gibiydi.

"Şuna bak, çiçek yakında açmayacak mı? Birkaç gün içinde tamamen çiçek açacağını düşünüyorum.''

Hugo, Lucia hiçbir şey olmamış gibi onunla konuşmaya başladığında bir an için dili tutulmuştu.

"…Anlıyorum."

Onun tazelenmiş ifadesi, Hugo'nun kendisini mutsuz hissetmesine neden oldu. Onun huysuz benliğinin aksine, Lucia her zamanki huzurlu ifadesine sahipti.

"Meşgul olduğunu duydum. Biraz hava almaya mı çıktın?''

"Mmm... meşgul şeyler neredeyse bitti ama başka bir şey çıktı, bu yüzden bir süreliğine ayrılmak zorunda kalacağım."

"Ah."

Lucia'nın yüzü bir anlığına değişti, sonra tatlı bir gülümseme daha verdi.

"Ne kadar sürer? Uzun bir süre yok mu olacaksın?"

"Tam detayları bilmiyorum, bu yüzden biraz zaman alabilir. Neden yalnızsın? Hizmetçin nerede?''

"Onu bir iş için gönderdim. Yağmur dindiği için burada bir bardak çay içmeyi düşündüm. Eğer sorun olmazsa, bana katılmak ister misin?"

"…Elbette."

Az önce biraz çay içmişti ama onu reddetmedi.

Bir süre sonra iki hizmetçi geldi, katlanır bir masa ve bir çay sepeti getirdiler. Masa uygun bir yere yerleştirildi ve ikisi karşı karşıya oturdu.

"Bugünlerde nadiren kurak olduğu için endişelenmiştim, ancak yağmurun gün ortasında durmasına sevindim."

"Neler yapıyordun?"

"Her zamanki gibi aynı şeyler. Bahçeyle ilgilen ve sonra kitap oku. Bu garip. Sanki uzun zamandır görüşmemişiz gibi benimle konuşuyorsun. Sadece birkaç gündü."

Sadece birkaç gün müydü? Hugo çok uzun bir zamanmış gibi hissetti ama onun için sadece birkaç gündü.

Onun ruh halini takdire şayan buldu ve pişmanlık duydu. Uzanıp yumuşak yanağını okşadı. Yumuşak teni ona, biraz daha güç harcarsa iz bırakacağı yanılsamasını verdi.

Zayıftı. Yine de bu çelimsiz varoluş onu çok güçlü bir şekilde tehdit ediyordu.

''…O gün bir hata yaptım ve senden özür dilemek istiyorum. Sana sadakatsiz bir kadın gibi davranmak niyetinde değildim.''

''…''

"Demek istediğim... Taran ailesinde çocuklar nadirdir. Hamile kalmak zor olacaktı… ve çocuk umut ettikten sonra hayal kırıklığına uğramanı istemedim.''

Bahanesi Lucia'nın kalbine pek dokunmadı. Ne de olsa, çocuklar nadir olsaydı, tutumunun hamileliği reddetmek yerine onu desteklemesi daha inandırıcı olurdu.

Ama Hugo'nun sözlerini nasıl dikkatle düşündüğünü görünce ağzından bir kahkaha kaçtı.

"Peki."

Lucia gülmeye çalıştı ama gözünden bir damla yaş düştü. O sırada aldığı yaralar artık acımıyordu. Hugo'yu çoktan affetmişti.

Nazik sözleri ve nazik okşamaları kalbini mutluluktan sızlattı.

Hugo yanaklarından süzülen yaşlara bakarken ne yapması gerektiğinden emin olamayarak ayağa kalktı.

Çay masasının etrafından ona doğru bir adım attı ve kollarını ona doladı.

"Üzgünüm. Yanlış yaptım."

Onun özlediği kucaklama ve koku, ona bir anda cehennemden cennete gitmiş gibi hissettirdi.

'Önceki halimize... geri dönebiliriz.'

Son birkaç aydır oldukları hallerine. İlişkileri kumdan bir kale olsa ve kimse ne zaman çökeceğini bilmese bile sorun yoktu.

Biri dalgaları göremediğinde, her şeyin yolunda olduğunu varsayarlardı. Hiçbir şey çözülmedi, ancak gelecekteki şeyleri daha sonra düşünmek güzeldi.

Lucia kalbi gökleri aşmış gibi hissediyordu ve oldukça sakindi. Kendi değişen kalbini kabul ettiğinde ve bu konuda endişelenmediğinde, kendini huzurlu hissetti.

Cennet ve cehennem, kendi kararını nasıl verdiğine bağlıydı.

'O… en azından bana sevgiyle davranıyor.'

Eski sevgililerine nasıl davrandığından emin değildi ama kendinin biraz daha özel olduğunu düşünmeye karar verdi.

Kibirli değildi ama dimdik durup onu sevebilmek için kendine bu kadar güvenmeliydi.

'Ayrıca, bir avantajım var.'

O onun meşru karısıydı. Bu, eski sevgililerinden hiçbirinin sahip olmadığı bir gerekçeydi.

'Sana tutunmayacağım. Ayrıca seni memnun etmek için kendimi boyun eğdirmeyeceğim.'

Böyle sefil bir aşk yaşamayacaktı.

Aşkı için ona yalvarmayacaktı.

Erdemli eşi oynamayacak, söylediği her şeye koşulsuz itaat etmeyecekti.

Sadece elinden geleni yapacaktı, onu tüm gücüyle sevecekti ama sadece ondan nefret etmeye başlamayacağı kadar.

Hugo'nun kendisine yapışmayan bir kadından sevgi görüp görmediğini merak etti.

Belki de onu telaşlandırabileceği düşüncesi eğlenceliydi.

'Bir ömür sürse de sorun değil. Bir gün bana beni sevdiğini söylersen, hayatım boşunaymış gibi hissetmem.'

Bir yıl, beş yıl, hatta on yıl böyle yaşasaydı, belki de yavaş yavaş onu etkileyebilirdi. Küçük bir çiseleyen yağmur bile korkutucu bir şeye dönüşebilirdi.

Lucia başını onun kucağından biraz kaldırdı.

"Yanlış yaptığını söyledin, değil mi?"

"Ha? Evet."

"Seni affedeceğim ama iki şartım var."

"Şartlar? Onlar neler?"

Hugo'nun kelimenin kendisini beğenmediğini söyleyen bir ifadesi vardı.

"Birincisi... bir uzlaşma öpücüğü."

Hugo'nun gözleri hafifçe büyüdü, sonra kıvrıldı. Hugo'nun yüzü yaklaştıkça Lucia gözlerini kapadı.

Dudakları önce hafifçe dokundu, sonra tekrar buluştu, bu sefer dudakları onunkileri emdi.

Onun hassas dudaklarını defalarca ağzında emdi ve yuttu. Dili, ağzının çatlaklarından kaydı, nazikçe ve dikkatlice ağzının içini okşadı, sonra daha derine iterek onu uyardı.

Ne hafif ne de sıcak ama nefes kesici olan uzun ve tatlı öpücük sonunda sona erdi.

Hugo dudakları neredeyse onunkilere değecek şekilde konuştu.

"İkincisi?"

Hugo yaklaştıkça onu tekrar öpecekmiş gibi göründüğü için, Lucia onu geri tuttu ve hafifçe başını çevirdi.

"Sözleşmeyi değiştiriyorum. Özel hayatındaki özgürlük kısmını ne kadar düşünürsem düşüneyim, bu beni kötü hissettiriyor. Bu pratik olarak beni aldatacağını söylüyor. Lütfen başka yerde sevgili yapma."

Hugo şaşırmıştı ve elinde değildi ama ona bir süre baktıktan sonra hafif kırgın bir sesle konuştu.

''…böyle bir şey yapmayacağım.''

Hugo biraz rahatsız hissetti. Evlendikten sonra başka kadınlara bakmamıştı bile ama ne yazık ki onun kötü niyetli bir çapkın olduğunu yalanlayamadı.

"Ayrıca benden iğrenirsen ya da bıkarsan ve beni başka bir kadın için terk etmek istersen, lütfen önce bana söyle. Bunu başka birinin ağzından duymak istemiyorum.''

Hugo bir süre ona baktıktan sonra acı bir şekilde mırıldandı.

"Bir an unuttum. Kafanda, ben oldukça korkunç bir adamım."

Sevdiği kadın tarafından iyi bir adam yerine kötü bir adam olarak damgalanmak gizemli bir duyguydu ama yine de bunu reddedemezdi.

"Hiçbir mazeret gösteremem."

diye mırıldandıktan sonra elini tuttu ve öptü.

"Nasıl istersen."

Vücudunun üst kısmını düzeltti ve bir süredir huysuzca kenarda duran hizmetçiyle konuştu.

"Ne var?"

''Sör Elliot sözlerini aktarmamı istedi; hazır ve yola çıkma emrini bekliyor.''

Hugo sonunda ona karşı hislerini anlamıştı ama şu anda hiçbir şey değişemezdi. Hala ona hiçbir şey için söz veremezdi.

Ayrıca ona açıklayamadığı birçok şey vardı. Hugo'nun ona neyi gösterip neyi göstermeyeceğine karar vermek için daha fazla zamana ihtiyacı vardı.

Bu seferki av ona ihtiyacı olan zamanı vermeliydi.

"Beni uğurlamana gerek yok. Sen geri dön."

"…Evet. Lütfen sağ salim dön."

O uzaklaşırken arkasını izleyen Lucia'nın kalbi gümbür gümbür atıyordu ve Lucia göğsünü sımsıkı kavradı.

Umutsuzca, bir gün onu asla böyle bırakmayacağını umuyordu.

Ç/N: Evet belki bir şeyleri sadece paspasın altına süpürdüler ama en azından ortalığı kirli de bırakmadılar ahahaha Nedense ikisinin de duygularını aynı anda kabullenmeleri bana bir miktar duygusal geliyor öhöm öhöm Neyse umalım bir gün paspasın altını da temizlerler

Önceki Bölüm                                                                                                 Sonraki Bölüm

 Lucia - 28. Bölüm 

Anlaşmazlık (4)

Hugo belgeleri çabucak okudu ve altlarını imzaladı. Ayrı ayrı bakılması gereken şeyler işaretlenip yanlara yerleştirildi.

Solda işlemesi gereken şeyler vardı ve sağdakiler de ayrıca işlemesi gereken şeylerdi, hepsi bir araya yığılmıştı.

Gözleri ne kadar düşecek gibi hissetse ve ağrıyan kafasına masaj yapsa, kağıtları karıştırsa da etrafındaki belge yığınının dibini göremiyordu.

Bir noktada kalemi fırlattı ve dinlenmek için geriye doğru eğildi. Gözlerini kapatsa da kafası yapması gereken şeylerle doluydu.

Bundan bıkmıştı. Bunu daha ne kadar yapması gerektiğini merak etti.

'Belki 10 yıl daha? Bir düşünelim, bu çocuk 10 yıl sonra kaç yaşında olacak?'

18 yaşında olacaktı. O yaşta akademiden yeni mezun olacaktı. Eğer öyleyse, 10 yıl içinde olmayacaktı. Belki 15 yıl sonra?

O çocuk geri zekalı bir çocuk değildi yani 4-5 sene eğitim alsa işe yarardı.

'15 yıl ha...'

Asgari miktar bile çok fazlaydı.

'Bu saçmalığı 15 yıl daha yapmak zorundayım...'

Yağmur yağarken pencereden dışarı, loş gökyüzüne baktı. Sabahtan beri yağmur yağıyordu.

İlk başta, Hugo pencereden hiç dışarı bakmadı ama sonunda, üç gün önce, balkona çıkmadan Lucia'nın bahçede yürüdüğünü gördü.

Davranışının ne kadar yakışıksız olduğunun farkında değildi ve sadece yağmur yüzünden onu göremediği için homurdandı.

'Onu şimdi göremezsem, hiç göremem.'

Sinirli bir şekilde mırıldandı ve ardından bir kıkırdama ile kendini durdurdu.

'Sen çok zavallısın. Neden gidip bir bakmıyorsun?'

Uzak değildi, sadece merdivenlerden inip biraz yürümesi gerekiyordu. Günün bu saatinde Lucia genellikle birinci kattaki kabul odasındaydı.

Yaşam tarzı monoton ve basitti ama neredeyse her saat başı planlanmış işleri olduğu için düzenliydi de.

Bu günlerde dışarı çıkmak istemiyor gibiydi, bu yüzden Hugo onun programını kendi programından daha fazla biliyordu.

'En aptalca şeyleri yapıyorum.'

Şimdi karısından kaçıyordu. Daha doğrusu, kendi kalbinden kaçıyordu.

'Aşk? Ne kadar saçma.'

Sürekli inkar etti. Kalbi sadece kendisine ait olmalıdır. Bir başkası yüzünden asla tereddüt etmezdi.

Kendine bu kadar güvenmesine rağmen onunla karşılaşmaya cesareti yoktu. Onunla karşılaşırsa her şeyin bir anda alt üst olacağını hissediyordu.

İşi çok olduğu bahanesiyle gece geç saatlere kadar ofisinde evraklarla uğraştı.

Daha sonra ofisten ayrıldı ve son birkaç aydır kullanmadığı kendi yatak odasında uyudu.

'O olmadan da iyi yapabilirim.'

Devam etmek için bahanesi buydu. Mantığı kendisini bir ezik ve korkak olarak nitelendirdi ama Hugo bunu görmezden geldi.

İlk bir, iki gün iyiydi.

'Doğru. Bir kadın tarafından sarsılmamın imkanı yok.'

Olgunlaşmamış bir çocuk gibi mutlu hissetmişti. Ancak bu güvenin kaybolması uzun sürmedi.

Zaman geçtikçe ruh hali yavaş yavaş düştü ve belgelerin içeriği kafasına girmedi ve bu çalışma hızını düşürdü.

Aynı süreyi onlara harcasa da verim düşük olduğu için çalışma süresi uzadı.

Alışık olduğundan çok farklı olan şu anki durumundan rahatsızdı ve elindeki iş bu kısır döngüye girdi.

Ama yine de kabul etmek istemiyordu. Ondan geri çekildiğini inkar ediyor ve inatçılığında ısrar ediyordu.

Ne yazık ki çevresinde kulaklarını çekecek, gerçekleri ona haykıracak kimse yoktu.

"Majesteleri."

Dışarıdan o tanıdık sesi duyduğu an, içinde bir sıkıntı hızla kabardı. O sesin sahibi ona her zaman çok iş getirirdi.

Ve beklendiği gibi, sesin sahibi içeri girdiğinde, bu temelsiz bir fikir değildi.

Dük'ün sekreterlerinden biri olan idari görevli Ashin içeri girerken, Hugo'yu şiddetle ona bakarken buldu, tüylerini diken diken etti ama dik durdu ve Hugo'nun masasının sol tarafına bir yığın belge koydu.

Ashin'in gizlice uzaklaştığını görünce kinle bakan Hugo, sert bir şekilde konuştu.

"Bu çocuğun tatili ne zaman?"

Ashin, kendisine sorulan her soruyu, her zaman, her yerde cevaplayabileceğinden emindi ama Dük'ün beklenmedik sorusu karşısında terlemeye başladı.

Neyse ki onun için zihni açıktı, bu yüzden cevabı duraksamadan buldu.

''…Tatilinin olmadığını biliyorum.''

Dük'ün tatillerden bahsetmesini sağlayacak tek bir kişi vardı. Halefi olarak atanan kişi ve Dük'ün tek oğlu Damian Taran.

Doğrusunu söylemek gerekirse, o Dük'ün gayri meşru çocuğuydu ama biri ölmek istemedikçe Dük'ün önünde böyle sözler söylemezdi.

Dük'ün vasalları arasında hiç kimse Dük'ün huzurunda Damian'dan bahsetmedi.

'Neredeyse aynıydılar, ihtimalden şüphelenmek...'

Hepsi değişebileceğini düşündüler ve bu değişikliği umdular, sonuçta Dük hala çok gençti ve yeni evlenmişti.

Gayrimeşru çocuğun Dük'ün meşru varisi olmasını anlamayan birçok kişi vardı.

Ancak Ashin, beklenmedik bir olay olmadığı sürece, Dük'ün halefinin gayri meşru genç lord olacağına ikna olmuştu.

Bu, Dük'ün vasallarını bir araya toplayıp duyurduğu bir şeydi ve Dük bir kez bile söylediği bir şeyden geri dönmemişti.

Dük'ün veraset olayı, tüm bölgeye büyük bir dalgalanmaya neden olurdu. Böylesine büyük bir skandalın daha fazla yayılmamış olmasının nedeni, Dük'ün vasallarının ağızlarını kapatmış olmalarıydı.

Gayri meşru bir çocuğun gelecekte efendileri olabileceği gerçeğinden rahatsız oldular ve bunu duyurmak istemediler.

'Topluma bu kadar gürültülü bir giriş yapmasına rağmen, bu baba ve oğlunun ilişkisi tamamen…'

Oğlu altı yaşına gelir gelmez, Dük onu yatılı okula göndermişti.

Açıkçası, etrafındaki insanlar onu caydırmaya çalıştı. Ona Damian'ın genç olduğunu ve belki de Dük'ün onu uzağa göndermeden önce bir ya da iki yıl daha beklemeyi deneyebileceğini söylediler ama Dük onlara homurdandı.

[Genç mi? Altı yaşında, bir çöle atılsa bile hayatta kalabilmeli.]

Hepsi, Damian'ın uyguladığı standart karşısında şok oldular. Ama genç lordun ağzından çıkan sözler daha da şaşırtıcıydı.

[Yatılı okulun hayatta kalma oranı kesinlikle bir çölünkinden daha fazladır. Cömert davranışlarınız için teşekkür ederim.]

Ve böylece yaşına göre fazlasıyla olgun olan genç efendi hiç tereddüt etmeden yatılı okula gitti.

****

İki yıl geçti ve Dük, oğlundan pek bahsetmemişti ve gerçekten bir oğlu olup olmadığını merak etti ve aynı şekilde genç lord da eviyle kısaca temasa geçmedi.

'On yıl sonra mezun olana kadar böyle kalırsa hiç şaşırmam.'

İronik olarak, Dük'ün Damian'a karşı kayıtsızlığı, düşman kuvvetleri bastırdı ve onların Damian'a karşı aceleyle hareket etmelerini engelledi.

'Dük kasten bunun olmasını istemiş olabilir.'

"Hiç gidemez mi?" (Hugo)

Ashin, kafası karışan düşüncelerini çabucak uzaklaştırdı.

"Bir gezinti mümkün."

"Ona gelmesini söyle o zaman."

''…Şu anda mı demek istiyorsunuz? Ama sömestr yeni başladı ve bir gezi için izin almak için onları en az bir hafta önceden bilgilendirmemiz gerekiyor-''

"Sözlerimi ne zaman sorgulamaya başladın?"

Size emir verilirse, sadece onları takip edin.

Ashin anında soğuk terler döktü ve cevap verirken ifadesi sertleşti.

"…Anladım. Hemen bir mesaj göndereceğim.''

''Fabian'a aile kütüğünü hazırlamasını ve döndüğünde yanında getirmesini söylemesi için başkente birini gönderdim.''

'Yani küçük lordun statüsünü yükseltmek istiyor. Küçük lordun statüsü yükseltilirse… hiç kimse şikayette bulunamaz.'

Küçük lordun Dük'ün halefi olacağı duyurulmuştu ama o hâlâ gayri meşru bir çocuktu.

Ancak yasal statüsü yükselirse, dükün kusuru olmaktan çıkar ve kusursuz bir halef olur.

Hâlâ gelecekte bir tür değişiklik bekleyenler, küçük lordun statüsü yükseldiğinde vazgeçmek zorunda kalacaklardı.

Düşes onun aile kütüğüne girmesini kabul etmiş olmalıydı. 'Evlilik ilişkilerinin çok iyi olduğunu duydum ama Düşes bir çocuk doğurursa ne olacak? Oğul doğurursa başı ağrır...'

"Ben Elliot, Majesteleri."

Bu sözler ağzımdan çıkar çıkmaz içeri korkutucu görünen orta yaşlı bir şövalye girdi. Şövalye Kaptanı Elliot Caliss uygun bir şekilde saygılarını sundu ve sonra uzun bambu fıçıyı kaldırdı.

Hugo fıçıyı aldı ve üst kısmını ayırdı ve içindeki kıvrılmış mektubu ortaya çıkardı.

Ashin, Hugo'nun mektubu okumasını, gözlerini kısıp kasvetli bir gülümseme vermesini izlerken omurgasından aşağı bir ürperti hissetti.

'S*ktir, böyle olunca beni daha çok korkutuyor.'

''Yedi kişiyi harekete geçirin. Görevleri sana bırakacağım ve hazır olur olmaz yola çıkacağız.''

Yağmur neredeyse bitmek üzereydi ama öğleden sonra güneş çoktan batmıştı.

Bu genelde şafakta erkenden yola çıkmaktan farklıydı ama sadık Şövalye Caliss sadece birkaç kelimeyle cevap verdi ve geri çekildi.

"Uzun bir aradan sonra avlanmak, ha." (Caliss)

'İnsan avı.'

Ashin, Hugo'nun mırıldanmasına karşın, gizli kelimeleri kendi kendine mırıldandı.

'Vay... bugünün hayalleri barışçıl olmayacak.'

Ashin, birkaç yıl önce, savaş alanından uzakta olmasına rağmen, bir zamanlar istemeden Dük'ü idari bir subay olarak savaş alanına kadar takip etmişti.

Zaman zaman hala o zamandan sahneler görüyor ve bu kalbinin çarpmasına neden oluyordu.

Üşümesi soğukkanlı cinayeti görmekten kaynaklanmıyordu. Tam tersine, bunu görmek, Dük'ün birinin boğazını kesip kafalarını gökyüzüne uçururkenki gerçekçi olmayan ve baş döndürücü manzaradan daha kolaydı.

Kara Aslan mı? Ashin bu takma adı çok süslü buldu.

Savaş alanını delip geçerken siyah bir zırh kuşanan Taran Dükü, anlaşılır bir şekilde Tanrı'nın bir lütfu ve kesinlikle bir şeytandı.

Ashin, vahşi bir canavar gibi kana bulanmış ve rahatça gülen Dük'ü gördüğünde, farkında olmadan bir şeyler mırıldanmıştı.

[Ne delilik.]

Sözler ağzından çıkınca şaşırdı ve biri onu duyup duymadığından endişelendi ama neyse ki sözleri savaşın çılgınlığından sarhoş askerlerin çığlıkları altında kaldı.

Ashin, dünyadaki hiçbir şeyden korkmayan biriydi. Söylemek istediklerinden geri durmadı ve yeteneği, hem üstlerinin hem de astlarının onu terk etmesine neden olan pervasız kişiliğine uygundu.

Ama o günden sonra Ashin, Taran Dükü'nün önünde uysal bir koyun oldu.

Taran Dükü'nün ne kadar korkunç olduğunu anladı. Tabii ki, Dük halk arasında oldukça korkutucu bir insan olarak biliniyordu ama o, dükün onu tarif etmelerinden daha korkunç olduğunu hissetti.

Savaş alanı dışındaki yerlerde Dük, görgü maskesini taktı ve kaba yüzü hiç görülemedi.

Onunla etkileşime giren insanlar sadece onun genç ve harika dük olduğu gerçeğine odaklandı.

Bu yüzden daha korkunçtu. Savaş alanında tanık olduğu kanlı şeyin çılgınlığını gizlemesi ve daha önce hiç kılıç tutmamış klasik bir asilzade gibi davranması korkutucuydu.

"Görüşülmesi gereken konular uzayacak mı?"

"Gitmem gerektiğini biliyorum ama korkarım biraz zaman alacak."

"O zaman, siz yokken genç lord ona bakabilir."

Hugo bir an düşündü.

O çocuk genç olmasına rağmen Taran soyundandı. Onu sekiz yaşında sıradan bir çocuk olarak düşünmek zordu.

O çocuk, bileğini Hugo'nun tuzağa düşürdüğü ve işini bitirdiği bir adamın kalbine bir kılıç saplamıştı.

Hugo bir an için geçmişi hatırladı ve sonra gerçeğe döndü. O çocuk asla masum değildi.

Henüz damarlarında akan bir delilik yoktu ama kim bilir ne zaman ortaya çıkacaktı. Ama yine de, o şu anda hafif tipti.

Sürekli aldığı raporlara göre babası gibi aptalca kibar değildi ama acımasız bir mizacı da yoktu.

Hugo, Damian'la ilk tanıştığında, ölen kardeşininkine benzer gözler görmemiş olsaydı, onu hemen oracıkta öldürür ve yok ederdi.

Ne kadar yumuşak olursa olsun, kötü niyet uçup gitmezdi. Damian'a kıyasla karısı uysal bir tavşandı.

Sadece ikisi olacağından endişelenmeden edemedi. Bilinçaltında onun için endişelendiğinden bunu hiç garip bulmadı.

''Neden bizzat gidip onu almıyorsun?'' (Hugo)

"…Ha?"

''Geldiğinde onu mutlaka uyar, annesine gereken saygıyı göstersin. Geri dönersem ve garip bir şey duyarsam…''

"Ah evet. Endişelenecek bir şey olmadığından emin olacağım.''

Ashin çekildikten kısa bir süre sonra, Jerome şövalyelerin ayrılmaya hazırlandıklarını duyduktan sonra ofise koştu.

'Sanırım doktoru çağırdığımız gün başladı...' (Jerome)

İkisi arasında ne olduğundan emin değildi ama o günden sonra ilişkileri garipleşti.

Efendisi, kendisini Majesteleri'nden uzaklaştırmak için inisiyatif kullanıyordu. Meşgul olduğunu söylemek sadece bir bahaneydi.

Efendisinin her zaman çok işi vardı, ancak asla yemek yiyemeyecek veya uyuyamayacak kadar değildi.

Hizmetçilere göre, ayrı uyumuşlardı da. Dehşete düşmüş olsa da her şey yolundaymış gibi davranmaya çalışan Majestelerine her baktığında kalbinin acıdığını hissetti.

'Bunu yapmayın, efendim.'

Jerome ilk defa, kalbinde efendisine karşı isyankâr hissediyordu.

Bu durumu çözmeden neden uzun süreli bir yokluğa çıktığını efendisine sormaktan kendini zar zor tutuyordu.

Jerome her zamanki gibi sıcak çayı getirdi ve zarif kokusu havayı doldurdu. Çayı doldurdu, boş bardağı doldurdu.

"Akşam yemeğini ne yapayım?"

"Mmm, hazırlamana gerek yok. Yakında ayrılacağım."

Hugo başını kaldırdı ve çayı ağzına götürdü.

"Avlanmaya gideceğim ama tam programı bilmiyorum." (Hugo)

"…Çoktan geç oldu. Yarın şafakta ayrılmaya ne dersiniz?''

"Hayır, hazırlanmak üzereyim ve şimdiden sipariş verdim."

"Majestelerine gelince..."

"Benim için ona haber ver."

''…Majesteleri büyük bir hata mı yaptı?''

Hugo'nun bakışları üzerine düşerken Jerome kararlı bir şekilde konuştu.

"Bir hata yapmış olsa bile, umarım onu ​​cömertçe affedebilirsiniz. Son birkaç gündür Majesteleri, Majesteleri düşes ile herhangi bir kelime alışverişinde bulunmadı.''

"Bu söz hakkın olan bir şey değil. Çizgiyi aşıyorsun."

"Evet. İddialı bir şey söylemeliyim. Majesteleri bir Düşes. O, bir süreliğine büyülenip sonra bir kenara attığınız diğer kadınlardan farklıdır. Ona değerli davranmalısınız."

Hugo hafifçe büyümüş gözlerle Jerome'a ​​baktı. Jerome'un inatla ısrar ederken hafifçe mahzun bakışını izleyen Hugo, gözlerini kıstı.

Ç/N: Jerome aslanım nasıl da Lucia için ayağa kalkıyor.. Best uşak ödülümü sana veriyorum Jerome 

Önceki Bölüm                                                                                                Sonraki Bölüm