2 Ocak 2022 Pazar

Meşe Ağacı ve Uigru Efsanesi Hakkında Teori

 Selam çok sevgili ve biricik Under the Oak Tree okuyucularım 🙋 Nassınızzz? Başlıktan da anlayacağınız üzere bugün sizlere bu efsane ile ilgili gördüğüm ve yine kendi fark ettiğim bazı ayrıntılar ve teoriler hakkında bir yazı yazmaya karar verdim.  Evet çünkü neden yapmayayım değil mi? Sonuçta bu yazıyı yazıyorum çünkü elimde şu an asdfghjkl Neyse çok uzatmayım bu giriş kısmını 😅 Yalnız bu yazının spoiler içeriyor olduğu konusunda da sizleri uyarayım. Henüz noveli hiç okumamış biri okumasın ama güncele gelmiş olanlar rahatlıkla okuyabilirler.

Eminim hepimiz bu Uigru efsanesini duyduğumuzdan beri bunun ana karakterlerimizle yani Riftan ile Maxi'nin hikayesiyle bağlantısı olur mu diye merak ediyoruz. Böyle bir şey olabilir de olmayadabilir. Sonuçta her efsane gerçek diye bir şey yok. Yaşadığımız gerçek dünyada bile sayısız efsane var ama doğrular mı uydurmalar mı tartışılır. Yazar da sadece kitap için böyle bir efsane tasarlamış olabilir. Ama tabii biz yine de inceleyelim çünkü birazdan göreceksiniz aşırı benzer veya bağlantılı nokta var.


Şimdi öncelikle Uigru'nun kim olduğunu hatırlayarak başlayalım. Yöreden yöreye değişse de genel efsane şudur ki tanrılar Uigru adlı şövaleye bir kılıç bahşeder ve o da batı dünyasını birleştirip Roem Krallığını kurarken karanlık savaşlara son verir. Aynı zamanda efsanevi şövalyenin beyaz bir ejderhaya binip gökyüzüne yükseldiği de söylenir. Hatta o kadar meşhur ki bu olay birçok sanat eserine de ilham kaynağı olur. Ki bizler de novel içinde ara ara görüyoruz zaten heykelleri, resimleri vs. tarif ediliyor. (Bknz: 63. Bölüm) İşte bu beyaz ejderhaya binip gökyüzüne yükseldiği bölge de Anatol'da bir tepe. İşte bu yüzden oranın halkı daha çok inanıyor diyebiliriz efsaneye.

Şimdi bu efsanevi şövalyenin reenkarnasyonu olduğuna inanılan bazı şövalyeler de var. Yani daha doğrusu ancak onun reenkarnasyonu bu kadar güçlü olabilir felsefesiyle düşündükleri şövalyeler bunlar. Bu unvana sahip olabilmek öyle kolay değil. Sadece mükemmel yetenekli olmak yetmiyor aynı zamanda sayısız başka şövalyenin de ezici desteğine sahip olmak ve yeteneklerini ön plana çıkarabilmek, 7 krallık barışına katkı sağlamaları gibi birçok etken var. Şimdi bu unvana sahip totalde 5 şövalye var. Birini zaten hepimiz biliyoruz bizim Riftan Calypse. Diğer şövalyeleri henüz tam olarak tanımadınız ama özellikle 2'sini daha yakından öğreneceksiniz 2. kitapta. Bunlardan biri Kutsal Şövalyelerin lideri Quahel Leon ki aynı zamanda kendisi rahip, diğeri de Livadon'un Kraliyet Şövalyeleri'nin lideri Sejour Aren. Diğer ikisini hatırlamıyorum ama onlar da yine diğer ülkelerden böyle üst düzey şövalyeler. Ve yine yanlış hatırlamıyorsam bu 5 şövalyenin içinde soylu bir geçmişe sahip olmayan tek şövalye Riftan. 

Gelelim şimdi meşe ağacı efsanesinin ne olduğuna. Efsaneye göre meşe ağacının ruhu beline bir bez bağlayarak ve şövalyenin başına bir çiçek tacı takarak onu baştan çıkarmıştır. Ve Uigru ile meşe ruhu sevişir ve insanlar meşe ağacının ruhunun hala gökyüzüne uçan şövalyenin geri dönmesini beklediğine inanır. Öncelikle ilk benzerlik burada başlıyor. Riftan'ın bakış açısını okurken hepimiz Maxi'nin çocukken Riftan'a bir çiçek tacı verdiğini hatırlıyoruzdur. Ve bu efsaneye inanan Anatol halkı da bahar şenlikleri hazırlayıp meşe ağacı altında toplanıp bu olayı şarkılar söyleyerek kutlarlar. Ve Riftan şenlikte beline bez bağlayıp dans eden Maxi'den yine etkilenip onu ağaçların oraya götürüyordu yine hatırlayın. Şimdi biraz da şarkıları inceleyelim. Hatırlarsanız aynı efsaneye dair 2 halk şarkı gördük. Biri bahar şöleninde, diğeri de Livadon seferine giderlerken gemide bir ozanın söylediği.. Bahar şenliğindeki şarkı şuydu;

Ve böylece, şövalye kırık bedeni aldı
Ruh uçup giderken
Aşık olduğu meşe ağacının ruhuydu bu
Sadece o, tepede yalnız kaldı
Meşe ağacının nazik dallarını sallayan rüzgar
Onun yanındaydı

Sevgilim, kar eridiğinde
Ve mevsim değiştiğinde
Vücudumdan yeni yapraklar filizlenecek
Ve senin için bir şarkı söyleyeceğim
Ah, rüzgar benim sesimdir
Umarım sana iletilir
Şimdi bu şarkıya göre meşe ağacının ruhu ölüyor ve şövalye onun cansız bedeniyle tepede yalnız kalıyor. Maxi bu şarkıyı şenlikle duyduğunda ona garip bir şekilde tanıdık geldiğini hissediyor. Sonrasında da belki de efsaneyi içerdiği için ona tanıdık geldiğinden böyle olabileceğini söyleyip geçiştiriyor: ( Bknz: 158. Bölüm ) Ama biliyorsunuz yazar bazı ipuçlarını hep böyle basit cümlelere saklamayı seviyor. Mesela Maxi'nin hamilelik belirtilerini savaşa ve kocasından uzak kaldığı için duyduğu kaygı gibi duygularla gizlemişti. Kiliseye gelen cansız şövalye bedenlerine bakıp midesinin bulanması gibi. O yüzden açıkçası ben bu şarkının Maxi'ye garip şekilde tanıdık geldiği cümlesini öyle çok hafife alamıyorum bu yüzden. Maxi'nin meşe ağacının reenkarnasyonu olabileceğine dair ikinci önsezim buradan kaynaklanıyor. Şimdi bir de diğer şarkıya bakalım (Bknz: 197. Bölüm);

♫ ♪ ♫

Şövalye perinin yüzünü öptü
Ve uzak gökyüzüne uçtu

Sevdiği meşe ağacı
Tepede yalnız kaldı
Rüzgarın ortasında
Narin dalları sallandı

Lütfen ejderha,
Paramparça kırık vücudunu al
Götür ebedi uyku diyarına

Bu kaotik diyardan
Sevgilim, uzaklara

Ah~
Sevgilim, seni seveceğim
Son nefesimi vereceğim güne kadar..

♪ ♫ ♪
Şimdi bunda ise şövalye ölür ve ejderha bedeniyle gökyüzüne uçarken periyi tepede yalnız bırakır. Bunu ilk çevirdiğimde ilk şarkıyı acaba yanlış mı anlayıp çevirdim diye kontrol ettim bayağı ama öyle değildi. İlkinde ölen peri, ikincisinde ise şövalye.. Maxi şarkının neden farklı olduğunu sorunca da ozan sözlerin yöreden yöreye farklı olduğunu söylemişti. Açıkçası şöyle bir teori okudum. İlk şarkıyı Maxi'nin Dünya Kulesi'ne gidip Riftan'ı geride yalnız bırakması ile bağdaştırmış. Yani ölmeyi fiili olarak değil ama ruhsal olarak yaşadıklarına vurgu yapıyor. İkinci şarkı için de bu sefer Riftan'ın Maxi'yi geride bırakacağı bir durum olacağı düşünülüyor. Şimdi burası biraz spoiler olacak şu anki güncelde olanlara bile. Şöyle ki kitabın korece güncelinde Riftan'ın Maxi'ye açıklamadığı önemli bir olay var. Henüz biz de tam olarak bilmiyoruz bunu. Ve bu olay neyse Riftan Maxi'yi kendinden uzaklaştırıyor ki Maxi Dünya Kulesi'ne geri dönsün. Onu güvende tutmak istediği için. Ve zaten yaklaşan büyük bir savaşın da sinyalleri var ve buna sebep olabilecek birçok olay silsilesi de mevcut. Yani savaş başlatabilecek çok fazla ihtimaller var. İşte bu yüzden bu efsane akla geliyor. Çünkü düşünceler Riftan'ın Maxi'yi geride bırakıp şövalyeleriyle birlikte savaşa gideceği ve bunun da ruhen Maxi'yi yaralayacağı yönünde. Unutmayın ki Riftan'ın komutanı olduğu Remdragon Şövalyeleri'nin anlamı beyaz ejderha şövalyeleri demekti. Bu da bir benzerlik olarak görülüyor. Uigru'nun beyaz bir ejderhayla gökyüzüne uçması ve meşe ağacının ruhunu geride bırakmasına bir metafor olarak bakarsak Riftan, Remdragon(beyaz ejderha) şövalyeleriyle savaşa gider ve Maxi'yi geride bırakır olarak da bir benzerlik kurabiliriz.  En kötü ihtimal ise tabii ki Riftan'ın böyle bir savaşta ölebilecek olma ihtimali.  Ki bunu düşünmek istemiyorum ben açıkcası. 

Ve Maxi'nin meşe ağacının ruhunun reenkarnasyonu olmasına dair başka bir öngörüm de şu. Büyü yapmak için 4 ana element kullanıldığını hatırlıyor musunuz? Ateş, su, toprak ve tahta ahaha tamam tamam ve rüzgar. Şimdi eğer bir meşe ağacını bu 4 element ile eşleştirin desem hangileri uygun olur. Akla ilk toprak gelir ve sonra da belki su. Şimdi Maxi'mizin toprak büyücüsü olduğunu da hepimiz biliyoruz. Ve biraz da suya yakınlığı var. Ateş ve rüzgara ise hiç yakınlığı yok. Ama normalde toprak büyücülerinin ateşe yakınlığı daha fazladır ama Maxi'nin toprak ve su daha uyumsuz olmasına rağmen suya ilgisi var.  Açıkçası bu da göz önüne almamız gereken bir detay diye düşünüyorum ben. 

Neyse şimdilik benim aklımdakiler bu kadar ileride daha fazla detay keşfettikçe güncelleme yaparım bu yazıya. Ama umuyorum ki efsanedeki kalp kırıcı hikayeye dönüşmeden mutlu son ile bitecektir Maxi ile Riftan'ın hikayesi. Ve son olarak bu konuda sizlerin de teorileriniz, fark ettiğiniz noktalar veya düşünceleriniz varsa lütfen yorumlara yazın 🙈

 Lucia - 56.2 

Başkente (2)


"Vay canına, yüzünü görmek zor oldu."

Hugo, abartılı bir şekilde hoş geldin dediğini söyleyen adamı görmezden geldi ve oturdu. Kwiz bu kabalığa hiç aldırmadı ve sadece neşeyle güldü.

''Bölgen bal ile mi dolu nedir? Gerçekten orada bir yıldan fazla kalacağını düşünmemiştim."

"Bir lordun kendi bölgesiyle ilgilenmesi ekselansları için iyi bir şey değil mi? Hayır, şimdi 'Majesteleri' mi demeliyim?"

"Eninde sonunda öyle olacak ama henüz taç giymedim. İnsanlar bunun için gelenekler konusunda biraz seçici davranıyorlar.''

Kwiz omuzlarını silkti. Şu anda kral olarak hareket ediyordu ve tahtı alma konusunda kendine tam bir güveni vardı. Veliaht Prens'in tahta çıkma gerekçesini bozmak mümkün değildi.

Kardeşleri onun pozisyonuna bakıp bir fırsat kollarken bile Kwiz kendinden emindi.

Kwiz, önünde çay yudumlayan siyah saçlı adama kayıtsız bir ifadeyle baktı ve sadık yardımcısı ve taktisyen Kont Benef'in uzun zaman önce vermiş olduğu tavsiyesini hatırladı.

[O vahşi bir canavar, Majesteleri.]

Kont geçen yıl bir hastalıktan ölmüş ve Kwiz'e büyük bir kayıp vermişti.

[O evcilleştirilmemiş bir vahşi canavar ve asla evcilleştirilemez. Onu bizimle sınırlamaya çalışmayın. Memnun bir canavar önündeki geyiğe göz dikmez. Onu bir kafese hapsetmek isteyenlere karşı gelmek için Majestelerinin yanında seve seve duracaktır.]

[Sadakatini beklemememi mi söylüyorsun?]

[İstikrarlı bir ittifak, belirsiz bir sadakatten yüz kat daha iyidir. Hiçbir kraliyetin Taran Dükü'nün sadakatini elde etmediğini unutmayın. Taran Dükü kışkırtılmadıkça saldırmaz.]

[…Yani, vahşi bir canavara sırtımı dayamamı mı istiyorsun. Tasma takmadan.]

[Majestelerine saldırmaya gelenleri arkanızdan paramparça edecek. Taran Hanedanı'nın sadece adı bile yeter. Majestelerinin daha fazlasını vermesine gerek yok, sadece sahip olduklarını kabul etmeniz yeterli.]

Hessen VIII, resmi meselelerle uğraşmaktan çok kendini eğlendiren bir kraldı. Buna rağmen, saltanatı oldukça uzun sürdü. Yaptığı en iyi şey, Taran Dükü'ne asla dokunmamaktı ve tek başına bu, 8. Hesse'nin bilinenden daha akıllı bir Kral olduğunu gösteriyordu.

Taran Dük Hanedanlığı garip bir aileydi. Ne zaman var oldukları belli değildi ama ulus kurulduğunda zaten bir Taran Ailesi vardı.

O zaman, Taran Hanedanı, Xenon'un kuruluşunda kendilerini büyük ölçüde ayırt etti ve Arşidük statüsüyle kraliyet seviyesinde muamele gördü ve bir Arşidüklük üzerinde özerkliğe sahipti.

Neredeyse taht üzerinde resmi haklara sahiptiler. Ancak tüm beklentilerin aksine siyasete karışmadılar.

Mutlak kraliyet otoritesi arayan ikinci Kralın hükümdarlığında, tüm arşidükler yetkilerinden sıyrıldı ve unvanları dük olarak düşürüldü. Arşidüklükleri, derebeylik düzeyine indirildi.

O zamanlar Arşidükler isyan ettiler ve ailesel imha yolunda yürüdüler ama onların aksine, Taran Hanedanı itaatkar bir şekilde unvanların düşmesini kabul ettiği için taht hakları garanti edildi.

O zaman bile, Taran Evi hala siyasetle ilgilenmiyordu. Uzun yıllar geçti, sayısız aile tekrar tekrar yükseldi ve düştü ve Xenon'un üçüncü Kralı Hessen iktidara geldi.

Taran Hanesi hala iyi durumdaydı ve taht üzerinde hak sahibi olan tek Dükalık Hanesi idi.

Kraliyet ailesi yok olmadığı sürece, resmi olarak sıralamak neredeyse imkansızdı, ancak Taran Dükleri neredeyse kraliyet ailesi gibi muamele gördü.

Bütün bu süre boyunca, Taran Dükalığı hiçbir zaman siyasete karışmadı, ancak varlıkları savaş yoluyla yoğun bir şekilde ortaya çıktı.

İnsanlar, Taran var olduğu için Xenon'un var olduğunu söylemeye başladılar. Taran ailesi, insanların zihninde, Kraliçe veya Başbakanı yetiştiren Markis ailesinden daha güçlü bir şekilde etkilendi. Yine de Taran ailesi hiçbir zaman kraliyet otoritesine meydan okumadı veya topraklarını genişletmedi.

Toprakları, ulus kurulduğunda olduğu gibiydi. Taran toprakları oldukça genişti ama sınırları en sıkıntılı kabile milletlerinden biriyle karşı karşıyaydı. Sayısız barbar istilasına karşı savunma yapmak Taran Dükü'nün rolüydü. Ayrıca, savaş patlak verdiğinde Taran Dükü ön saflarda yer aldı ve her şeyi halletti.

Bazı krallar böyle bir Taran Dükünün tarifsiz gücünden korktular ve düşmanca davrandılar, ancak bunu yaptıktan sonra sonraki yılları iyi geçmedi. 8. Hesse, Taran Dükalığını olduğu gibi kabul etme yolunu seçti ve Kwiz de aynı düşüncedeydi.

''Yeni evli hayatını nasıl buluyorsun? Düşes kendini boğulmuş, bölgede sıkışıp kalmış hissetmedi mi?"

Kwiz, yeni gelin şikayet edince Dük'ün birkaç ricadan sonra pes edip başkente geleceğini düşünmüştü.

Dük'ün bu kadar uzun süre uzak kalacağını düşünmemişti. Yeterince zamanla, insanlar Veliaht Prens ile Taran Dükü arasındaki bağın tehlikede olup olmadığını merak etmeye başladı.

Kwiz, muhalefetin Taran Dükü'ne birkaç kez yaklaşmaya ve onu işe almaya çalıştığını biliyordu ama o bunu görmezden geldi. Taran Dükü asla güç yönünde oynayacak biri değildi.

Büyük bir nedenden dolayı değil, bunu yapmak çok sinir bozucu olduğu içindi. Bu olmadan bile Taran Evi'nin siyasetle hiçbir ilgisi yoktu.

"Sessiz yerleri seviyor, o yüzden öyle hissetmedi."

"Ne kadar tuhaf."

İkisi de kız kardeşiydi ama çok farklılardı. Belki de anneleri farklı olduğu içindi. Kwiz'in kan kardeşi Katherine bir parti hayvanıydı. Gösteriş yapacak elbiseler, takılar ve partiler olmadan yaşayamazdı.

Standartları çok yüksek olduğu için evlenmeye hiç niyeti yoktu ve büyüdüğünde aralarından seçim yapabileceği kimsenin olmayacağı söylendiğinde duymamış gibi yaptı.

Gerçekte, kiminle evlenirse evlenirse, Kwiz, kocası olacak kişinin böyle bir kibirle nasıl birlikte yaşayabileceği konusunda daha çok endişeliydi.

"Dük, bir kez daha evlenmek ister misin?" (Kwiz)

Kız kardeşi, Taran Dükü'nü düşünmüştü. Parti hayvanı Katherine, onun evlendiğini duyduktan sonra bir hafta boyunca kendini içeri kapatmıştı. Tek eşlilik, Kraliyet ailesi dışında herkes için geçerliydi, ancak Taran Dükü'nün bundan muaf etmenin bir yolu vardı.

Dük olduğu için ikinci bir eş almak istese bile kimse onunla kanun hakkında tartışmazdı. Kwiz için kız kardeşinin asıl eş ya da ikinci eş olması gerçekten önemli değildi. Taran Dükü gibi biriyle evlenip evlenmediğine dair hiçbir şikayeti yoktu.

"Beni buraya bu saçmalığı söylemek için mi çağırdın?"

Nitekim Kwiz'in yüzünü görmek Hugo'ya karısının durumunu hatırlattı ve bu onu üzdü. Başkente vardığında sadakatsiz olup olmayacağını sorduğunu hala hatırlıyordu.

Başkentin söylentileri, ateşsiz bir sürü dumandı, bu yüzden Hugo, kendisinin bilmediği  bir söylentiyi karısının duymuş ve yanlış anlamış olabileceğinden endişelenmeden edemedi.

Kwiz'in sözleri temelde kaynayan yağın üzerine su dökmekti.

"Sadece bir düşün. Resmi olarak evli olsan bile, muhtemelen az önce yaptığım gibi birkaç öneri alacaksın.'' (Kwiz)

Hugo, Kwiz'e yoğun bir delici bakış attı ve Kwiz hızla geri adım attı.

"Benim için değeri olmayan hiçbir şeyi yapmam." (Hugo)

"Ne? Hiç değmez mi? Üç eş ve üç cariye birçok erkeğin hayalidir.'' (Kwiz)

"O zaman, Majesteleri bu rüyayı kendi gerçekleştirebilir ve öyle yaşayabilir. Kral olarak, rüyayı sonuna kadar gerçekleştirebilirsiniz.''

Kwiz'in ifadesi garip bir hal aldı. Taran Dükü, kadınlardan hoşlanıp hoşlanmadığı anlamında gerçekten belirsizdi. Kadınlardan hiçbir zaman kurtulmamıştı ama iş onları kesmeye geldiğinde acımasızdı.

''Halefin hakkında. Gerçekten bunu yapmayı planlıyor musun?” (Kwiz)

"Planlıyorum." (Hugo)

"Hayır, artık evlisin. Gelecekte başka bir çocuk doğacaktır. En büyük oğul olsa bile, sonuçta..."

Zaten gayri meşru bir çocuk değil mi? Kwiz bu cümlenin geri kalanını yuttu. Dük'ün gayri meşru oğlunu ünvanı devraldığında destekleyerek herhangi bir yaygarayı önlemek için. Taran Dükü'nü siyaset sahnesine çıkarabilmesi için Kwiz'e verilen koşul buydu.

Gayrimeşru bir oğlun Dük'ün unvanını devralması basit ama aynı zamanda zordu. Bunun nedeni, üstü kapalı sosyal geleneklere aykırı olmasıydı. Ancak Kwiz, Taran Dükü'nü elde etmenin çok kolay bir koşul olduğunu düşündü. Kwiz'in kendisi de tüzel değildi, bu yüzden bu konuda o kadar dar görüşlü değildi.

Ancak gerçekte, Dük evlendiğinde, Kwiz biraz isteksiz hissetti. Yüzünü hiç görmediği üvey kız kardeşi olsa bile, yine de onun kız kardeşiydi. Kız kardeşinin kendı çocuğuna bir figür olarak davranılacağı düşüncesi onu gerçekten iyi hissettirmedi.

''…Ne zamandan beri özel hayatımla bu kadar ilgileniyorsun? Söyleyeceğin tek şey buysa, müsadenle." (Hugo)

"Ah, tamam, tamam. Cidden. Evlendikten sonra bile hala çok katısın.''

Kwiz, Dük'ün özel hayatıyla çok ilgileniyordu ama bu noktada şimdilik vazgeçmek zorunda kaldı. Daha sonra devlet işlerinin yönünü ciddi bir şekilde tartışmaya başladılar.

Ç/N: Kwiz misin kivi misin ama arada boş yapıyorsun sayın müstakbel kral o yüzden yapma 👉👈

Önceki Bölüm                                                                                                Sonraki Bölüm

1 Ocak 2022 Cumartesi

 Lucia - 56.1 Bölüm

 Başkente (2)

'Ferahlatıcı...'

Lucia, yanan bir ateşin içinde hapsolmuş ve nefes alamıyormuş gibi hissetti, sonra özenli bir dokunuş vücudunu süpürmeye başladı ve yavaş yavaş tekrar nefes alabildi.

Yavaş yavaş bilinci yerine geldi ve yavaşça gözlerini açtı. Onu önünde görebiliyordu ama bunun bir rüya mı yoksa gerçek mi olduğunu anlayamadı.

"Vivian."

Hugo adını seslendi, sesinde bir aciliyet duygusu vardı.

''…Hugh.''

Lucia onun sesini duyduğunda, aniden duygulandı. Onu yakalayacakmış gibi Hugo'ya uzandı.

"Haa..."

Hugo rahat bir nefes aldı. Vücudunu örtmek için ince battaniyeyi kaldırdı, sonra elini tuttu ve elinin arkasını öptü.

Terden ıslanmış saçlarını topladı, bir kenara taradı, sonra bir havluyla alnını sildi. Hugo'nun gözlerinin endişeyle dolu olduğunu gören Lucia midesinin bulandığını hissetti.

Sadece hazımsızlık yüzünden değildi. Annesi öldüğünden beri ilk kez, hasta olduğu zaman birisi onunla ilgileniyordu.

Gözlerinden yaşlar süzülüp düşmeye başladı. Hugo'nun ifadesi bu manzara karşısında sertleşti.

"Kimse yok Mu! Doktor nerede!"

Birilerini çağırmak için ipi kullanmayı unuttuğunu ve çığlık attığını gören Lucia, elini sıktı.

'İyi olacak.'

Nedense bu düşünce kafasından geçti. Başkente gitseler bile her şeyin iyi olacağı düşüncesi. Bu huzurun ve mutluluğun bozulmayacağına dair belirsiz bir inançtı.

"Hugh. Başkente gidersek, sadakatsizlik yapacak mısın?''

"…Ne?"

'Gerçekten çok acı çekiyor olmalı,' diye düşündü Hugo ve aynı zamanda ona hiç güvenmediğinin farkına varması onu güçsüz hissettirdi. Karısının aklında, hala güvenilir olmaktan uzaktı.

"Bunu asla yapmayacağım." (Hugo)

Lucia onu sessizce izledi ve sonra küçük bir kahkaha attı.

"O zaman sorun yok."

'Sana güveneceğim.'

Başka bir kadını olsa bile kandırıp, onu aldatırken gizlice saklanacak biri değildi. Bunu açıkça söylemeyi tercih edecek türde biriydi.

'Sonuçta, iyi yalan söyleyemiyor.'

Onu birkaç kez hazırlıksız yakalandıktan sonra Hugo'nun utandığını görmüştü. Hizmetçilere emir verdiğinde, onu yalan söylemekten alıkoyan hiçbir şey yoktu, bu yüzden yalan söylemenin büyük olasılıkla onun zayıf noktası olduğunu düşündü.

'Ama başkentin siyasi mücadelesinde yalan söylemek esastır. O iyi olacak mı?'

Hugo'nun soğuk maskesi sadece Lucia'nın önünde bozuluyordu. Lucia, aslında hiç endişelenmesi gerekmeyen bir şey için endişeleniyordu. Rüyasındaki Hugo'yu ve evliliklerinden önceki Hugo'yu çoktan unutmuş gibiydi.

'O zaman sorun yok' da ne demek? İyi mi? Ne iyi?'

Hugo onu sarsmak ve ne düşündüğünü sormak istedi. Tam o sırada Anna içeri girdi ve Lucia ile semptomları hakkında soru ve cevap alışverişinde bulunurken, Hugo kendi karmaşık duygularını çözmekle meşguldü.

Karısı her zaman bu kadar zor muydu? Gerçekten bilmiyordu. Hugo eskiden kadınlara takı verince her şeyin çözüleceğini düşünürdü. Şimdiye kadar hiçbir şey ona bu kadar zorluk çıkarmamıştı.

"Bulantını yatıştırmak için sindirim ilacı yazacağım. İlacı alıp güzelce uyuduktan sonra, iyi olmalısın.''

Hugo ilacın getirilmesini beklerken Lucia'nın alnındaki teri silmeye devam etti. Yüksek ateşi hala düşmemişti ve nefesi de hala düzensizdi. Hugo, hasta bir insanı çok uzun süre konuşturamazdı, bu yüzden o an için kafasını dağıtan düşüncelerini bir kenara itti.

"Neden bu kadar aptallık ettin? Hastaysan, hemen birini çağırmalıydın.''

"İyi olacağını düşünmüştüm."

"Bir felaket olabilirdi. Bilincini kaybettin."

"Şafak mı oldu? Ne yapacağız? Erken çıkmak zorundasın ama fazla uyuyamadın."

"Şu an sorun bu değil."

Hugo sesini olabildiğince alçalttı ve ona kızmamaya çalıştı. Karısı onu kızdıracak yanlış bir şey yapmamıştı. Üzülen sadece Hugo'nun kendi kalbiydi.

"Sık sık hasta olduğunu duydum." (Hugo)

"Öyle miymişim?"

"Baş ağrıların."

''Ah… bu sadece yaygın bir şey.''

"Tamamen tedavi edilemez mi?"

Lucic hafifçe kıkırdadı.

"Sen böyle söyleyince kulağa ölümcül bir hastalık gibi geliyor. Ciddi bir şey değil. Sık karın ağrısı çeken biri misali. Elden bir şey gelmez."

"Ciddi ya da değil, hasta olmandan nefret ediyorum."

"Hastalanmamaya dikkat edeceğim."

"Demek istediğim bu değil... Hastayken ya da acı içindeyken bunu benden saklama. Kocan olarak, bu kadarını bilmeyi hak ediyorum.''

"Tamam, saklamayacağım."

Hizmetçi kısa bir süre sonra ilaçla geldi. Hugo Lucia'yı göğsüne bastırdı ve ilacı yedirdi, ardından yeni kuru giysiler giymesine yardım etti. Lucia ilacı aldıktan kısa bir süre sonra uykuya daldı. Bununla, gecenin ani kargaşasının sona erdiği varsayıldı.

Gün ağarmadan Lucia'nın ateşi yeniden yükselmeye başladı. İlaç dahil her şeyi kustu ve ateşi art arda yükseldi ve düştü. Hugo, ateşini düşürmeye çalışırken bütün gece uyumadı.

Hugo, ikinci kez çağrılan Anna'ya öfkesini dile getirdi.

"Hazımsızlık olduğunu söylemedin mi? Bu nedir! İlacı midesinde bile tutamıyor!"

Kuzeyli soylular bunu görse, Taran Dükü'nün öfkelendiğinde alevler saçan bir ejderhaya dönüştüğü söylentisini hatırlarlardı. Dük'ün öfkesiyle ilk kez karşılaşan Anna o kadar gergindi ki parmakları uyuştu.

Bileşenleri bilmeden Philip'in tedavisini Madam'a verdiğini sadece Madam ve kendisinin biliyor olmasının bir lütuf olduğunu o zaman fark etti. Anna içgüdüsel olarak Dük'ün bunu öğrendiği takdirde kafasını kaybedeceğini hissetti.

"Be-bence leydinin midesi üzgün. Bir ihtimal, leydi son zamanlarda şok oldu mu ya da çok şaşırdı mı? Ek psikolojik faktörler varsa hazımsızlık kötüleşebilir.''

Hugo kaşlarını çattı ve düşüncelere daldı. Kralın ölümünün duyulması dışında, her zamankinden farklı bir şey yoktu.

'Yani Kral'ın ölümüyle mi şok oldu?'

Hugo babasına karşı hiçbir sevgi beslemediği için, normal insanların ebeveynlerinin ölümüne karşı hissedecekleri duyguları gözden kaçırmıştı.

Aslında karısı babası hakkında hiç konuşmamış ama sık sık annesinden bahsetmişti bu yüzden Hugo, Kral'ın onun babası olduğunu bile unutuyordu. Yine de onlar aynı et ve kemiktendi, bu yüzden belki de içinde dile getirmediği bazı duygular kalmış olabilirdi.

Haberleri ona aktarırken düşünceli davranmamıştı. Hugo, kendi hassasiyet eksikliğine kızdı.

* * *

Lucia yediği her şeyi kusuyordu, böylece iki gün boyunca sadece arpa çayı içebildi, sonra nihayet üçüncü gün midesine biraz sulandırılmış yiyecek alabildi. Pirinç lapasının yarısını yedi, sonra yatağa yaslandı ve gözlerini kapadı.

'Başkente gitmek konusunda çok endişelenmiş olmalıyım.'

İlk kez bu kadar korkunç bir hazımsızlık vakası yaşıyordu. Alnında soğuk bir el hissetti ve gözlerini açtı. Kocası yanındaydı.

''…Ateş şimdi biraz düşmüş gibi görünüyor.''

Hugo başkente gitme planlarını erteledi ve tüm zaman boyunca onun yanında kaldı, bu yüzden Lucia üzgün, müteşekkir ve işini etkileyeceğinden endişelendi.

"Artık gerçekten iyiyim."

Hugo hafifçe kaşlarını çattı. 'İyiyim' kelimeleri ağzına yapışmış gibiydi. Hastaydı, bu yüzden Hugo onu rahatsız hissettirmek istemedi. Derin bir nefes aldı ve kendini sakinleştirdi.

"Biraz yulaf lapası yediğini duydum. İyi hissediyor musun?"

''Evet, şimdi yediklerimi sindirebiliyorum gibi görünüyor, midem de bulanmıyor."

"Herhangi bir yerin rahatsız hissediyor mu? Bir süre iyi yemek yiyemedin, başın dönüyor mu?''

"Birkaç gün yemek yemezsem ölmem. Sadece midem biraz rahatsızdı."

"Ölümcül hastalık olmayanlar hastalıktan sayılmıyor değil."

Hastayken bile karısı hiçbir şey istemedi. Yediği her şeyi kusacak kadar hasta olmasına ve ateşi onu korkutacak kadar yüksek olmasına rağmen canının yandığını bile söylemedi.

Hugo onun solgun tenini her gördüğünde, karısı ona sürekli başkente ne zaman gideceğini soruyordu. Ve Hugo birkaç kez ona 'gerçekten acımasızsın' diye cevap vermek istedi ama bu sözleri geri yuttu.

'Gerçekten o kadar güvenilmez mi görünüyorum?' (Hugo)

Yanında kalıp onu izlerken endişeli hissetti.

"Sanırım artık başkente gitmeliyim."

Aciliyet artık sınıra ulaşmıştı. Veliaht mektuplar gönderiyordu ama sonunda kendini tutamadı ve bu sabah gelen bir haberci gönderdi. En azından ulusal cenaze bitene kadar Hugo başkentte olmalıydı.

O hastayken gitmek zorunda kalması çok can sıkıcıydı ama karısının hasta olduğunu bahane edemezdi. Açıkça söylemek gerekirse, ölümcül hasta değildi, bu yüzden bu bahaneyi yapamazdı.

"İyiyim. Gitmek zorundasın, değil mi?"

Onun zayıf ama saf gülümsemesini görünce Hugo'nun göğsü uyuştu. Karısı ona hiç zorluk çıkarmadı. Ama Hugo karısının onu biraz rahatsız etmesini umuyordu. Eğer ona sarılır ve gitmemesini söylerse, her şeyi bir kenara atıp onun yanında kalırdı. Kadını yatakta hasta yatıyordu, bu yüzden kralın ölüp ölmemesi kimin umurundaydı.

"Biraz dinlen. Başka bir şey düşünme. İlacını al ve öğünlerini atlama.''

"Dırdırın arttı."

"Hoşuna gitmiyorsa, o zaman sen de beni endişelendirme."

Hugo eğilip onun başını, alnını ve kuru dudaklarını öptü.

"Vivian, gerçekten iyi misin?"

Lucia ona birkaç kez güvence vermesine rağmen, Hugo endişeli bir bakışla onu izleyerek yerinde diretti, sonra nihayet gitmek için arkasını döndü.

Kapı kapanıp oda sessizleşirken, Lucia görüşünün bulanıklaştığını hissetti ve gözlerini kırptı. Gözyaşları yastığa doğru süzüldü. Belki de hastalığı yüzündendi, duygularına hakimiyeti önemli ölçüde zayıflamış görünüyordu.

Ona gitmemesini söylemek istiyordu. Hasta olduğundan ve bunun zor olduğundan şikayet etmek istedi.

[Kadınlar bazen aşklarının nesnesini kaybettiklerinde darmadağın olurlar.]

Bu Madam Michelle'in bir süre önce söylediği bir şeydi. Kontes'in sözleri yanlış değildi. Kendi ayakları üzerinde durmadan sadece ona güvenirse, o giderse tamamen çökerdi.

Madam Michelle'in bahsettiği uygun mesafe ne dereceye kadardı? Lucia bu sorunun kesin cevabını bilmek istiyordu.

Ç/N: Hugo Lucia'nın ona gitme demesini istiyor ama diyemiyor, Lucia da ona gitme demek istiyor ama diyemiyor :(((

Önceki Bölüm                                                                                                 Sonraki Bölüm