under the oak tree 269. bölüm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
under the oak tree 269. bölüm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Aralık 2021 Çarşamba

 Under The Oak Tree 

(2. Kitap 11. Bölüm)

Max onu elleriyle aldı, ateş mana taşından yapılmış küçük bir el ısıtıcısıydı. Alex utangaç bir şekilde konuşurken burnunun kemerini ovuşturdu.

"Buraya geri gelmeyi düşünmüyorsun değil mi? Bu bir veda hediyesi."

''…Teşekkür ederim, Alex.''

Max garip bir şekilde ifade etti. O anda orada edindiği arkadaşlarına veda etmesi gerektiğini anladı. Ona bakan ikizler, şaşkınlık içinde orada dururken sırayla Max'in omzuna dokundular.

"Sağlıklı ol. Kendine dikkat et. Fırsatın olursa, lütfen bize bir mektup gönder.''

"Kesinlikle iletişim halinde olacağım. Herkes kendisine iyi baksın… ve iyi olun. Her şey için teşekkürler."

"Eğer minnettarsan, bu kadarı yeterli."

İkizler kibirli bir şekilde atıştı ve kendi kız kardeşlerini dırdır etmeye gittiler. Bu arada Max, onu uğurlamaya gelen diğer stajyerlere veda etti. Bir süre sonra vagonlar birbiri ardına hareket etmeye başladı. Max pencereden dışarı eğildi ve bakımlı bahçeye, garip aletlerle çevrili geniş avluya ve puslu sisin içinde dimdik duran devasa kulelere baktı. Ayrılınca rahatlayacağını düşünse de beklenmedik bir şekilde yalnız hissetti ve kalbinin bir köşesinde bir boşluk oluştu. Riftan'a karşı hissettiği suçluluk yüzünden adaya karşı sevgi beslememek için kendine empoze etmişti ama sonunda, inkar edilemez bir şekilde burada kalmaktan hoşlanmaya başlamıştı.

Max, uzaklaştıkça yavaş yavaş sönen kulelere bakarken acı acı mırıldandı. ''… Tüm bu vakit boyunca ki her şey  için teşekkür ederim.''

***

Denizdeki yolculukları sorunsuz geçti. İlk gün dalgaların gemilerine sertçe vurması deniz tutmasına neden olmasına rağmen, akşam olduğunda deniz sakinleşti. Max, sisli gökyüzüne ve beyaz köpüklerle kaplı karanlık denize bakmak için güverteye çıktı, sonra kamarasında büyü kitapları okuyarak zaman geçirdi. Dünya Kulesi'ne geldiğinden beri ilk kez boş zamanı vardı ama ne rahatlamış ne de tatmin olmuş hissediyordu. Gemileri ilerlerken, içinde bir endişenin arttığını hissetti. Evet, Riftan'la yeniden bir araya gelmek için elinden geleni yapacaktı ama o an yaklaştıkça, kaçma dürtüsü peşini bırakmadı.

Anatol'dan ayrılmadan önceki gün aralarında geçen konuşma zihninde canlandı. Riftan'ın ona tutunabilmesi için sıkıca kendine sakladığı bir zayıflığını ortaya çıkardığını fark etmesi uzun sürmedi. Ancak onun yaptığı şey ise ona sırtını dönüp odadan çıkmak oldu ve ayrıldığı gün Riftan onu görmeye gelmedi. O gün aklına geldiğinde Max kalbinin kırıldığını hissetti. Riftan'ın ifadesi, gözlerindeki ışık, sesi, her şey onu bir gün önce görmüş gibi canlıydı. Onu asla affetmeyeceği aklına her geldiğinde korku iliklerine işliyordu ama öte yandan gitmekten başka çaresi olmadığını anlamadığı için de Riftan'a içerliyordu.

"Hava kararıyor."

Düşüncelere dalmış olan Max, Annette'in kasvetli ses tonuna kapıldı. Kız, bir kase yulaf lapasını karıştırıp derin bir iç çektikten sonra, yuvarlak gemi penceresinden denize bakarken kül rengi bir yüzle yatağın üzerine oturdu.

"Sanırım yakında kar yağacak. Bu dinlenme mevsimi gerçekten garip. Güney denizinin ortasındayız, henüz sıcaklığın bu kadar düşmesinin zamanı değil ama şimdiden karla karışık yağmur var…''

"Dalgalar sertleşecek mi?" Max, gri, bulutlu gökyüzüne bakarken sordu.

Annette bunu düşünmek bile onu titretiyormuş gibi kaşlarını çattı. "İçtenlikle umuyorum ki bu olmaz. Bu kahrolası gemi ilk günkü kadar sallanırsa denize atlayıp yüzmeyi tercih ederim.''

Yarısı boş yulaf lapasını yatağının yanına koydu ve kendini yatağa attı. Annette ve Armin, belki de insanları dağlarda kazılmış tünellerde yaşayan ataları nedeniyle, bir gemide yaşama pek alışamadılar. Ne yazık ki, Annete'nin çaresiz duası duyulmadı. O akşamdan itibaren dalgalar daha da sertleşti ve gemi şiddetle sallanmaya başladı. Annette yatağa yattı ve bir dizi inilti kusarken, Max'in endişeli kedisi yatağın altına girdi ve çok uzun bir süre çıkmadı. Kötü hava birkaç gün sürdü. Deniz bir an için sakinleşse bile, sonrasında tekrar tekrar çalkantılı olurdu. Rüzgarlar da gün geçtikçe şiddetlendi. Bir gemide olmaya biraz alışık olan Max bile deniz tutması hissetti. Baş dönmesi ağırlaşınca kitap okumayı bıraktı ve yatağına kıvrılıp denizin sakinleşmesi için dua etti. Neyse ki, çalkantılı deniz, yelken için şansa hizmet etmiş gibi görünüyordu. Ertesi sabah erkenden bir denizci kapılarını çaldı ve neşeli bir sesle haykırdı.

''Öğle saatlerinde Anatolium Limanı'na varmayı bekliyoruz. Gemiden ayrılmaya hazırlanın.''

"Şi-şimdiden mi?"

Kabin yatağından kalkarken Max, bütün varlığının bir anda uyandığını hissederek gözlerini ovuşturdu. Şaşırmış ifadesi ile denizci daha sonra parlak bir şekilde konuştu.

''Sert rüzgarlar sayesinde gemi beklenenden bir hafta önce geldi. Gerçekten hızlı bir yolculuk için bir rekor bu. Görünüşe göre Tanrı büyücüleri kutsamış.''

Zayıf ve bitkin bir halde yatakta yatan Annette, denizcinin sözlerine itiraz ediyormuş gibi bir homurtu çıkardı. Max acı acı gülümsedi ve denizciye küçük bir madeni para uzattı.

"Sorduğum için üzgünüm ama valizlerimizi güverteye taşımaya yardım eder misiniz?"

"Tabii ki."

Çocuk parlak bir şekilde cevap verdi ve odanın bir köşesine yığılmış bavullarıyla dışarı çıktı. Max daha sonra su ısıtıcısından gelen suyla temiz bir havluyu ıslattı ve yüzünü sildi. Sonra en temiz elbisesini giydi, çantasından bir şişe güzel kokulu yağ çıkardı, kuru saçına ince bir tabaka halinde sürdü, sonra parlayana kadar onları fırçaladı.

Yataktan güçlükle kalktıktan sonra üstünü değiştiren Annenette, Max'i görünce dilini şaklattı.

"Süslü bir yere mi gidiyorsun? Neden tam takır giyindin?"

''…Çünkü keyfim yerinde olmayalı uzun zaman oldu.''

Max utangaç bir şekilde sözlerini tükürürken ve saçlarını düzgünce örerken kızardı. Annette beline her türlü büyülü aletin asılı olduğu bir kemer taktı, ardından iki kat pelerin giydi. Bu yetmezmiş gibi yün bir şapka, kürk çizmeler ve eldivenler giydi. Max ondan daha az giyindi ama en kalın çoraplarını çıkardı ve bir yünlü ceket giydi. Sıcaklık son birkaç günden beri düşmüştü ve içeride bile konuştuklarında nefesi buğulandı; geceleri uyurken kedisiyle birlikte kalın bir battaniyenin altına kıvrılmak zorunda kalıyordu. Max, ceketinin içine küçük bir deri kese astı ve Roy'un yanına sımsıkı tutunabilmesi için Roy'u içine soktu. Kemerine cepler dolusu eşya asan Annette manzara karşısında kaşlarını çattı.

"Karışmak istemem ama... onu bir yolculuğa çıkarmanın pratik olmadığını biliyorsun, değil mi?"

"Tabiki! Roy'u o kadar uzağa götürmeye hiç niyetim yok. Merak etme, onunla ilgilenecek birini bulacağım."

Roy'u ne kadar önemsediğinin farkında olan Annette tek kaşını kaldırdı ama kediyi kime emanet etmeyi planladığını daha fazla sorgulamadı. Çok geçmeden güverteye çıktılar. Rüzgarlar her yönden sert esmesine rağmen, gökyüzünde tek bir bulut yoktu. Korkulukların önünde durmuş, kargo taşıyan meşgul mürettebatın arasından süzülerek geçmişti. Gümüşi ufukların ötesinde, düzinelerce geminin demirlediği muhteşem bir liman vardı.

Manzara netleşirken Max gözlerini kırptı. O ayrıldığında, Anatolium Limanı'nda sadece birkaç büyük bina, depo ve büyük rıhtım vardı. Birçok gemi vardı, ancak rıhtım dışında yollar iyi döşenmemişti ve vatandaşlar için yeterli konut yoktu. Ancak şimdi önlerinde uzanan Anatolium limanı, Levan limanına benzer bir büyüklüğe sahipti. Max ufkun ötesinde ne gördüğünden şüphe etti ve yanından geçen denizcilerden birini yakaladı.

"Bu geminin... Anatolium Limanı'na yanaşması gerekmiyor muydu?"

"Doğru, Büyücü Bayan. Orası Anatolium Limanı."

Denizci gülümseyerek cevap verdi. Max kafası karışmış bir ifadeyle limana baktı. Tekne rıhtıma ulaştığında, mürettebat gemiyi sıkıca demirledi ve bir yol açmak için altındaki uzun tahtaları indirdi. Diğer büyücülerle birlikte gemiden inerken her yere baktı. Anatol'un günün birinde Whedon'un başlıca ticaret şehirlerinden biri olacağından asla şüphe duymamıştı: burası potansiyelle dolu bir yerdi ve Riftan, bölgeyi canlandırmak için herkesten daha çok çalıştı. Ama yine de, sadece iki yıl, üç mevsim geçmişti.

"Bu harika. Anatol'un canlanışını duymuştum ama bu kadar harika olmasını beklemiyordum."

Yanında yürüyen Annette bir ıslık çaldı. Max, yüzünde şaşkın bir ifadeyle iskele boyunca sıralanan taş binalara baktı. Sokaklar egzotik kıyafetli insanlarla doluydu ve yüklenmeyi bekleyen arabalar sokaklarda sıralanmıştı. Geçen kış sezonunda kaç tüccar gelmişti? Max limanda sıralanan gemilere baktı, tamamen bunalmıştı. Çoğu güney kıtasından gelen gemiler gibi görünüyordu, ancak nadiren Livadon, Dristan ve Arex'in bayraklarını taşıyan gemiler vardı. Yükleri Rakasim bayrağını taşıyan bir gemiye yükleniyordu ve güney tüccarlarından ve yedi krallığın her yerinden gelen yükler limana giriyordu.

Tüccarlar geniş bir alanda bir ateşin etrafında oturmuş, hararetli görüşmeler ve pazarlıklar yapıyordu. Müzakereler yapıldıktan sonra, vergi tahsildarı buna göre onlardan vergi toplardı. Büyücülerin gözleri, değiş tokuş edilen muazzam altının görüntüsüyle büyüdü. Olayı izleyen Calto, tüccarlara yaklaştı ve bir araba satın alıp alamayacağını sordu. Anatol tüccarı olduğu anlaşılan bir adam, onlara isteyerek birkaç işçi ve bir vagon verdi, sonra yanlarında getirdikleri her şeyi vagona yüklediler. Şehir yöneticisine Dünya Kulesi'nin büyücüleri olduklarını kanıtlayan küçük bir madalya gösterdikten sonra iskeleden ayrıldılar.

Ç/N: Riftan Anadolu topraklarını Avrupa'nın (Özellikle Almanya) kıskandığı bir yer haline getirmiş demek  ¬‿¬

Önceki Bölüm                                                                                                 Sonraki Bölüm