17 Kasım 2021 Çarşamba

 Under The Oak Tree - 141. Bölüm

"Deneyimsizsin ama şimdiden diğer şövalyeler kadar iyisin. Özellikle yetenek açısından Lord Riftan'la bile kıyaslanabilirsin."

Hebaron'un sözleri üzerine Yulysion hemen ayağa fırladı.

"Ne saçmalığından bahsediyorsun? Lord Riftan'ın ayaklarının yakınında bile değilim!"

''… o samimiyetsiz kişiliği düzeltirsen gerçekten faydalı olur.''

Hebaron derin bir iç çekti ve arkasında duran hizmetçilere daha fazla yemek vermelerini söyledi. Riftan, tüm konuşmaları görmezden gelerek Max'in hemen yanına oturdu ve Max onun keskin yüzüne beceriksizce gülümsedi. Siyah bir tunik ve altın bir kemer giyen Riftan İncil'deki şeytan gibi baştan çıkarıcı bir çekicilik yayıyordu ama aynı zamanda soğuk görünüyordu. O günkü olaydan sonra Riftan, onun şövalyelerin arasında olduğuna her tanık olduğunda bir bekçi kadar tetikteydi. Tıpkı Uslin'in yaptığı gibi, birinin ona zarar verebileceğinden endişeli görünüyordu.

"Yemeğini aceleye getirmedin, değil mi?"

"Oh hayır. Şö-şövalyeler…Ka-kabul töreni hakkında a-açıklama yapıyorlardı...''

 Sör Gabel, Riftan'ın gösterişli tavrına yenik düşmedi ve konuşmaya gülümseyerek girdi.

"Rovar ve Livakion'un törenden önce bir açıklama yapması gerekmiyor mu? Banryong'ların uyuşukluklarından uyandıkları su mevsiminden hemen önce."

Riftan düşünceli bir bakışla çenesini okşadı.

"Onları canavarları avlamak için mi eğitiyorsun?"

"Bir nevi öyle yapıyorum. Ancak kabul töreninden önce daha fazla uygulamalı deneyim kazanmanın daha iyi olacağını düşünüyorum, yoksa güvenilir olmazlar.''

Lord Caron'un sert sözleri üzerine Yulysion itiraz ederek somurttu, ama Riftan'ın gözleri ona geldiğinde hemen ağzını ve duruşunu düzeltti. Riftan keskin bir bakışla iki çırağı dikkatle inceledi.

''Siz bir sonraki izciliğe katılmalısınız. Bir marmul avı normal dövüşten farklıdır, uygulamalı deneyime sahip olmak faydalı olacaktır.''

"Peki!"

Riftan onların hızlı cevabına sırıttı. Riftan'a bakan çocukların gözleri huşu, saygı ve hayranlıkla doluydu ve o da genç şövalyelere karşı bir şekilde sevecen görünüyordu.

Max, aralarındaki güçlü bağı kıskanıyordu: orada yanlarındaydı ama gerçekten onların dünyasına ait değildi. Öte yandan Yulysion ve Garrow, birkaç ay içinde şövalye olmak üzereydiler ve tüm riskleri Riftan ile paylaşmak üzereydiler. Ona kendisinden daha yakın olduklarını düşünerek kendini köşede dışlanmış hissetti.

"Sorun nedir? yemeği sevmiyor musun Hizmetçilerden size başka bir şey hazırlamalarını isteyeyim mi?''

Riftan kaşlarını çattı ve kaşığının artık hareket etmediğini anlayınca sordu. Max başını salladı.

"Oh hayır. Yeterince var."

"Biraz daha ye."

"Be-ben doydum..."

Max garip bir gülümsemeyle kenara koyduğu kitabı aldı.

"Be-ben kalkacağım. Biraz yorgunum."

"Henüz bitirmedin."

''Sa-sana söylüyorum, çok yedim''

Riftan ona baktı ve iç çekerek başını salladı, bu yüzden Max yavaşça mutfaktan çıktı. Kıştan sonra muhtemelen tekrar bir keşif gezisine çıkmak zorunda kalacaktı ve bu düşünce kalbini kırdı, onu tekrar kalede tek başına beklemek zorunda kalacaktı. Max gergin bir şekilde dudaklarını ısırdı. Güçlü bir büyü yapabilseydi, Riftan onu yanına almaya karar verir miydi? Bir an umutlu düşüncelerden sonra, Max onun inatçı tavrını hatırlayarak başını salladı. Gerçekte, ondan böyle bir şey isteyecek cesareti olup olmadığını bile bilmiyordu. Dağınık saçlarını elleriyle tararken uzun bir iç çekti.

***

Şiddetli soğuk dalgası artık gitmişti ve bahar yavaş yavaş Anatol'a yaklaşıyordu. O sırada Max yeni savunma büyüsü öğrenmeye başladı ve sabırla kekeleme alışkanlığını düzeltmeye çalıştı. İlk başta biraz ilerleme olduğunu fark etti, aslında sakin bir tavırla ısrarlı çalışması sonucunda bir kıtayı kekelemeden okuyabilir hale geldi. Elbette bunlar gençliğinde öğrendiği gibi zor eski şiirlerden değil, gezgin âşıkların şarkı söylemekten zevk aldığı kolay ve basit cümlelerden oluşan şiirlerdendi. Ancak ilk mükemmel cümlesini söylemeyi başardığında sevinç gözyaşları döktü. Ruth'un dediği gibi, rahatlamak ve yavaş konuşma pratiği yapmak yardımcı oldu. Zor bir telaffuz veya uzun ifadeler içeren kelimeleri söylemek hala zordu, ancak muhtemelen bilinçli olarak çok konuşmaya çalıştığı gerçeği sayesinde kekemelikler yavaş yavaş düzeldi.

Max ayrıca Ruth'un boş zamanlarında kurduğu cümleleri yüksek sesle okumaya başlamış ve uzun süredir iğne ısırıyormuş gibi ağrımaya başlayan sert dilini gevşetmek için egzersiz yapmaya başlamıştı, belki de genellikle kullanmadığı kasları kullandığı içindi. Yine de her sabah atlamadan pratik yaptı. Kekemeliğini düzeltebilseydi, ağzında bıçak tutmak zorunda kalsa bile yapardı. Öte yandan, Max doğru yapmaya çalışırken konuşmakta çok yavaşladı. Ruth zamanla daha iyi olacağını söyledi, ama Max hala bunun bilincindeydi, birinin onun konuşma tarzından rahatsız olabileceğini düşünüyordu.

''İkinci katta… te-terasın altında… Çiçek bahçesi yapmak istiyorum… Ne kadar sürer?''

 Peyzaj planını dikkatle okuyan Max başını kaldırıp Aderon'un karşı taraftaki ifadesini gözlemledi. Tüccar kibar bir tavırla ne kadar yetkin olduğunu göstererek cevap verdi.

''Bu kadar çok fidan almak şu anda kolay değil. Neden önce küçük çalılar ekmiyorsunuz? Açelya fidesi ise bizden rahatlıkla temin edebilirsiniz. Güzel kırmızı çiçekler açacaktır.''

"A-ama... Ben de çiçek tarhını doldurmak istiyorum..."

"Eğer bu bir değişiklikse, hemen alabiliriz. Bahçeyi yöneten hizmetçilere söyleyeceğim.''

Onları takip eden Rodrigo birkaç kelimeyle ona yardım etti. Max kafasında bir resim çizmeye çalıştı: ıssız bahçeye kaliteli toprak sererse, çimenler ve çalılar diker ve onları çeşitli çiçekler ve manzaralarla süslerse tanınmaz hale gelirdi.

Ama Max bunun maliyetini düşünmeden edemedi. Bahçeyi yönetmek için daha fazla hizmetçi tutulması gerekiyordu ve çiçek ve ağaç dikmek çok paraya mal oldu. Ruth'un siparişi imzalamadan önce bir kez daha incelemesinin daha iyi olacağını düşünerek planı masaya koydu.

"Biraz daha düşünmem gerekecek..."

"Peki. Bu arada elimden geldiğince çok çiçek türü toplamaya çalışacağım."

"Lütfen.. öyle yapın."

Max gülümsedi ve oturduğu yerden kalktı. Gün yavaş yavaş kararmaya başlayınca Anatol'da çarşı yeniden açılmaya ve tüccarlar ziyaret etmeye başladı. Şövalyelere göre, Anatol Dağı'nın kuzey kesiminin ötesinde bir Banryong mağarası vardı ve paralı askerler, uyuşukluklarından uyanmaları için zamanında akın etti. Ejderhanın alt türleri çok tehlikeliydi, ancak pulları, mana taşları ve kemikleri pahalıydı ve temel silahların malzemesi olarak çok kullanışlıydı.

Doğal olarak bir servete satılacak şeyleri bulmaya çalışan paralı askerler ve geri getirecekleri mana taşlarını ve kemikleri satın almak isteyen tüccarlar Anatol'u ziyaret etmeye başladılar. Tam teşekküllü su sezonunda, kesinlikle daha fazla insan gelirdi.

Tüm çevre düzenlemesini o zamana kadar bitirmek istiyorum…

İlkbaharda bir ziyafet verilecek ve gezgin ozanların ve tiyatro topluluklarının davet edildiği durumlar olacaktı. Lord Calypse'nin tüm kıtada büyük bir üne kavuşan kalesinin kasvetli olduğu söylentilerini yaymalarını engellemek istedi.

Her şeyden önce Max, Riftan'ın aristokratlar tarafından hor görülmesinden endişe ediyordu, bu yüzden ziyaretçilere kale hakkında ilk izlenim veren önemli bir yer olduğu için bahçeyi olabildiğince güzel bir şekilde dekore etmeye kararlıydı.

"Hanımım, işte buradasınız."

Merdivenlerden inerken ne tür ağaçların ve çiçeklerin iyi olacağını düşünen bir hizmetçi onu aradı. Max meraklı bir yüzle baktı ve yaşlı hizmetçi kibar bir tonda konuştu.

"Leydim, Lord Riftan ofisine gelmenizi istedi."

"Her.. herhangi bir sorun mu var?"

"Lord Riftan bana kesin nedeni söylemedi Leydim."

Riftan'ın güpegündüz ofiste olması nadirdi ama onu bu şekilde çağırması daha da nadirdi. Max, neler olduğunu merak ederek merdivenlerden aceleyle çıktı. Riftan'ın ofisi kütüphanenin üst katında, merdivenlerin karşısındaydı. Hızla koyu kahverengi bir halının üzerinde yürüdü ve onu takip eden hizmetçinin geldiğini haber vermek için kapıyı çalmasını bekleyerek geniş maun kapının önünde durdu.

"İçeri gel."

Kapının arkasından yüksek sesi geldiğinde hizmetçi dikkatli bir dokunuşla kolu çekti. Max temkinli bir şekilde yumuşacık bir halının olduğu geniş bir odaya adım attı ve sonra bir yerden yüksek sesle kanat çırpma sesi duydu. Parlak ışıkla çevrili odaya meraklı gözlerle baktı. Önündeki büyük bir pencerenin yanına, kafasının ulaşabileceği yerden daha yüksek bir noktaya bir kafes yerleştirildi. İçeride beyaz ve küçük güvercinler sıkıca oturuyor ve gözetliyorlardı, odanın sol tarafında o kadar büyük kalkanlar ve kılıçlar vardı ki, insanların onları gerçekten kaldırabileceklerini merak etmesine neden oldu.

"İçeri gir. Neden oturmuyorsun?"

Kapının yanında dalgın dalgın durup ofise bakınırken, masanın önünde oturan ve bir şeyler yazan Riftan ona koştu. Max yavaşça ona doğru yürüdü ve keskin yüzüne baktı. Siyah saçları dağınıktı, sanki birkaç kez sertçe süpürülmüş ya da rüzgar tarafından çarpılmış gibi ve kıvrılmış kollarının altındaki kaslı kolları gergindi. Mack endişeyle kızardı.

"So-Sorun ne... Bir şey mi oldu?"

"Drakium sarayından bir telgraf aldım. Sanırım sana önceden söylemeliyim."

"Drakium mu?"

Ç/N: Maxi tüm hayatı boyunca o kadar yalnızdı ki, o yüzden ihtiyaç olduğu sevgi sadece romantik anlamda bir bağ değil, arkadaşlığa ve çevreye de ihtiyacı var.. Yani en azından benim gözlemlediğim bu.. Neyse geliyor gelmekte olan hazır mısınızzz?

Önceki Bölüm                                                                                                Sonraki Bölüm

 Under The Oak Tree - 140. Bölüm

[Not: Hani iki genç çırak şövalyemiz vardı ya Yurixion Lobar ve Garow Livacon, işte ingilizce çevirisini yapanlar isimlerini Yulysion Rovar ve Garrow Livakion olarak değiştirmişler. Ben de onların değiştirdiği gibi devam edeceğim. Lakin eski isimleri kalsın diyorsanız da belirtebilirsiniz tabii ]

"Selamlar Leydim."

Oğlan ona, korkunç durumuna uymayan gelişigüzel bir selam verdi. Max çocuğun mahvolmuş yüzüne soğukça baktı ve hizmetçilere temiz bir bez ve sıcak su hazırlamalarını söyledi. Onu mutfağa kadar takip eden Sör Gabel, sahneyi gördü ve derin derin içini çekti.

"Kış yağmuru tarlayı ıslattı ve bugün bu gençlerin ata binme eğitimi alması gereken gündü. Bir ata biniyordu ve bir sonraki saniye yerde yuvarlanıyordu.''

"Yuvarlanıp yaralanan sadece ben değildim..."

Sör Caron saçlarını ovuştururken inledi. Yulysion uzak bir yüzle kana bulanmış saçlarını kazıdı.

"Benim yüzümden... Gerçekten üzgünüm, Sör Caron."

"Beni yere deviren üçüncü kişisin evlat."

Lord Caron homurdandı ve şöminenin önünde durarak ıslak vücudunu kuruladı. Max, kanla kaplı olmasına rağmen hiçbir endişe belirtisi göstermeyen çocuğun görünüşüne biraz kızarak kaşlarını çattı.

"Y-Yulysion, ka-kafana dokunma! Kan var, hala kanıyor. Hadi... otur. Seni şi-şifa büyüsü ile tedavi edeceğim”

"Öyle görünüyor olabilir ama o kadar ciddi değil Leydim. Kan durmuş, size yük olamam…''

"A-aptallık etme... otur."

Max kolunu biraz sertçe çekti ve onu ateşin yanındaki bir sandalyeye oturttu. Çocuk onun hareketlerine şaşırarak gözlerini kocaman açtı ama Max, yaralı bir yaban köpeğine benzeyen Yulysion için gerçekten endişeliydi.

Max başını eğdi ve yaraya dikkatle baktı. Lord Gabel ona sıcak suyla ıslatılmış temiz bir havlu verdi.

"Sanırım düştüğümde kafa derim yırtıldı çünkü uymayan bir eyer kullandım. Kemikte bir sorun olduğunu sanmıyorum ama... Yaram oldukça uzun, sorun olur mu?"

"E-eğer böyle yaralandıysan... büyümle, o-onu iyileştirebilirim."

Max kanı bir havluyla dikkatlice sildi ve yarayı inceledi. Kana bulanmış gümüşi saçların arasında uzun bir yara görüldü. Elini üzerine koydu ve manayı kontrol etmek için büyüyü kullandı. Sürekli mana birikimi sayesinde, artık Ruth'unkine benzer bir hızda iyileştirme büyüsü yapabiliyordu. Saçından alnına kadar kontrol etti ve yaranın iyileşmesini dikkatle inceledi.

''Ba-Başka neresi… şimdi iyi misin?”

"İyiyim Leydim."

Dedi beyaz, çilli yanaklarında kırmızı bir parıltıyla. Max, ona çok gelişigüzel dokunduğunu düşündüğü için beceriksizce elini çekti. Yulysion, ince bir çerçeveye ve bir kadınınki kadar güzel bir yüze sahip bir çocuktu, ama aynı zamanda yakında Remdragon Şövalyeleri'nin bir üyesi olması planlanıyordu. Ona hala bir çocukmuş gibi davranmak uygun olmazdı. Garip bir şekilde gülümsedi ve ona temiz yeni bir havlu verdi.

"Uh, yüzündeki ka-kanı... hepsini silmen gerek."

"Ah! Teşekkürler leydim."

Yulysion yüzünü kırışık bir gülümsemeyle sildi.

"Kafamda bir yumru var, bir bakar mısın?"

Hâlâ ateşin önünde duran Lord Caron, ondan başının arkasını kontrol etmesini istedi. Max hemen ona da bir iyileştirme büyüsü yaptı. Bu arada havlularla kurulanan şövalyeler masanın önüne oturup hizmetçilerin getirdiği yemekleri yemeye başladılar. Bu noktada, Max onlarla sadece yemek yiyebilirdi. O sırada aynı masanın önünde oturmak alışılmadık bir şeydi çünkü şövalyeler öğle yemeğini genellikle eğitim merkezinin yanındaki şövalye karargahına yerleştirirdi ve kendisi ise neredeyse kütüphaneyle sınırlıydı. Neredeyse soğumuş yahniyi aldı ve büyük, dikkat dağıtıcı şövalyelerle dolu uzun masanın etrafına baktı.

"Lo-lord... şatodan mı çıktı...?"

"Oval Ofis'te Lord Hebaron, Lord Uslin, Lord Lombardo ile bir toplantıda... Ve büyücüyle de."

"Toplantı…?"

''Gelecek su mevsimini planlamakla ilgili.''

Karşısında oturan ve dumanı tüten çorbayı yiyen Sör Gabel patladı.

''Şövalyelerin içinde bir hiyerarşi var. Şövalye ne kadar iyiyse, sesi de o kadar güçlüdür. Kış sonunda lider, gelecek planlarını tartışmak için sık sık onlarla buluşur. Son zamanlarda kuzeyden gelen canavarlar yaklaşıyor, bu yüzden onlara karşı da bir bariyer yapmamız gerekiyor. ''

"Bir sonraki düzeltici eylem turuna katılabilir miyim?"

Aceleyle yemek yiyen Yulysion, gözleri parlayarak sohbete katıldı. Sör Caron bariz bir şekilde ondan bıkmıştı.

"Bugünün büyük hatasına bakarsak, şövalyemizin randevusunu gelecek yıla ertelemek zorunda kalacağız."

"Kabul ediyorum. Goblin kuşatması sırasında da dağlarda yuvarlandın, değil mi? O kadar dikkatsizsin ki kabul törenini düzgün bir şekilde geçemiyorsun. Bırakın yarım ejderhayı, bir boğa kertenkelesini bile yakalamakta zorlanıyor gibi görünüyorsun."

 Gabel'in alaycılığı Yulysion'ı kızdırdı ve bağırdı.

"Bu hatayı bir daha asla yapmayacağım! Yarım ejderha değil, iki! Üçünü bile yakalayabilirim!''

Max karşılıklı konuşmaya devam edemedi ve yanında güzel bir yemek yiyen Lord Caron, sanki onun merak ettiği şeyi fark etmiş gibi kibar bir tonda açıkladı.

"Remdragon'un kabul töreni, ejderhanın alt türlerini avlamaktır. Ejderha mana taşını törenden önce almışsak ekibimizin bir üyesi olarak tanınabiliriz. Bu Remdragon Şövalyeleri'nin bir töreni."

"Aslında, mana taşı olan bir iblis olması önemli değil. Ama Banryong yeni başlayanlar için mükemmel.''

Koyu kahverengi saçlı genç bir şövalye araya girdi ve hevesle açıklamaya yardım etti.

"Bir banryong yakalamak alay konusu olurdu ve yeni bir şövalyenin Wyvern, Hydra veya Basilisk gibi yüksek kaliteli yaratıkları avlaması zor olurdu."

"Ban-Banryong... Ne tür bir... şeytan?"

''Bir ejderhaya çok benzeyen bir iblis. Ortalama boyut 20 ila 30 fit küptür, sert pullarla, keskin dişlerle ve pençelerle kaplıdır. Ama ejderhaların aksine kanatları yok ve nefeslerini kullanamıyorlar."

"Ama kolay değiller. Uçamamalarını telafi etmek için çeviktirler ve hızlı bacakları vardır, bu nedenle sizi kovalamaya başlarlarsa, ata binip  tam hızda koşsanız bile kaçamazsınız. Koku alma duyuları da çok iyidir, bu yüzden saklandığınız her yeri bulabilirler."

"Güçlü bir tutuşları var, bu yüzden çoğu büyü işe yaramaz."

Şövalyeler çırağı korkutmak istercesine bir bir yardımlaşmaya başladılar.

"En rahatsız edici şey, gruplar halinde yaşamaları: o kadar zeki değiller ama mükemmel işbirliği becerilerine sahipler. Bir av bulduklarında birbirlerine sinyaller gönderirler ve ısrarla izini sürerler. Yeşil bir şövalye, üç ya da dördünü avlayabilecek bir canavar değildir.''

"Ah! Geleceği görebiliyorum. Sakar adam Rovar'ın sadece öğle yemeği olmak için bir Banryong'a atlaması korkunç bir son!"

"Öğle yemeği yiyecek misin? Senin gibi küçük bir adamın çiğneyeceği bir şey kalmadı."

Ama alayları yüzünden masmavi olan, Max'in yüzüydü. Masum bir yüzü ve ince bir vücudu olan çocuğa endişeyle baktı. Henüz on yedi yaşında olan genç bir adam için korkunç bir çileydi.

''Hadi ama, a-avlanmaya gidemezsin… de-değil mi?''

 Şimdiye kadar sessizce köşede yemek yiyen Garrow ağzını açtı.

"Benimle yapacak. Yulysion ve ben bu yıl töreni gerçekleştiren sadece iki şövalyeyiz.''

Max inanamayarak dudaklarını araladı. Garrow, Yulysion'dan sadece bir yaş büyüktü, daha uzundu ve daha iyi bir fiziği vardı, ancak olgunlaşmamış çocuğun görünümünü tamamen değiştirmedi. Kendinden gitgide daha çok utanıyordu.

"İ-ikiniz mi gidiyorsunuz? Bu çok te-tehlikeli değil mi?"

"Bu riski alamıyorsan, Remdragon Şövalyeleri'nin bir üyesi olmayı hak etmiyorsundur."

Lord Caron kesin bir dille söyledi.

"Ve bugünkü gibi aptalca hatalar yapmadıkları sürece Rovar ve Livakion'un becerileri yeterli."

"İtibarını geri kazanmak için en büyüğünü getirmesi gerekecek."

Yulysion çenesini kaldırıp başını salladı.

"Göreceksiniz. Yakaladığım Banryong'un pullarıyla size yeni çizmeler yapacağım."

"Ah, sakın Banryong'un kürdanı olma da."

Şövalyeler kıkırdadı ve kahkahalara boğuldu. Max onların sıradan, gaddar şakaları karşısında şaşkına dönmüştü.

Bu masum çocukların tehlikeye atlamasından endişelenmiyorlar mı?

O kaşlarını çattı ve onlara onaylamazca bakarken, kıkırdayan Sör Gabel aniden midesini tuttu ve odanın karşı tarafından gülerek, "Hey, Leydimin önünde edepsiz konuşma" dedi.

"Edepsiz" kelimesi de bir hanımın önünde söylenmemesi gereken sert sözlerin bir parçasıydı ama Max bunu belirtmek yerine çıraklık şövalyeleri hakkında endişelerini dile getirmeye devam etti.

"Si-siz yapmıyorsunuz, değil mi? Yulysion ve Garrow ge-gençsiniz, tehlikede olacaksınız, ya-ya canınız yanarsa? Bi-biri size yardım etmeli…''

"Biz bakılması gereken çocuklar değiliz Leydim. İyi bir şövalye olarak tanınmak için bir test için bir koruyucuya ihtiyacımız yok!''

"Evet, bu aşağılayıcı."

Yulysion ve Garrow onun sözlerini suratlarında somurtkan bir ifadeyle protesto ettiler ve Max onlara şaşkın bir bakışla baktı.

Ölmekten ya da incinmekten korkmuyorlar mı?

  Çocuklar önlerindeki denemelerden biraz olsun ürkmüş ya da korkmuş görünmüyorlardı, bunun yerine kibire yakın bir güvenleri vardı ve bu Max'i daha da şaşırttı. Onlardan dört beş yıl daha fazla yaşamıştı ama onlardaki cesaretin yarısına bile sahip değildi.

"Ben... be-ben size ha-hakaret etmek istemedim. Ben sadece… e-endişeliyim…''

"Her ikisinin de kılıç kullanma konusunda özel yetenekleri olduğu için endişelenecek bir şey yok."

Aniden Max, ani sese baktı ve Hebaron ile Riftan'ın mutfağa girdiğini gördü.

Ç/N: Bu çocukların dahil olduğu her bölümü seviyorum çok tatlılarr ve tabii Maxi'm de hehehe

Önceki Bölüm                                                                                                Sonraki Bölüm

 Under The Oak Tree - 139. Bölüm

O günden sonra Max, hizmetçilerine şifa büyüleri yapmak için sık sık mutfağa inerdi. Bazen şövalyelerin yaralarını da tedavi etti. Her gün mutfakta oturup iyileştirme büyüsünü günde beş ya da altı kez tekrarlayarak becerileri sürekli gelişiyordu ve oldukça büyük yaraları da tedavi edebiliyordu. Ancak, kekemelik iyileşme belirtisi göstermedi. Her gün kendini tek başına bir odaya kilitledi ve anlaşılır konuşma pratiği yaptı ya da yemekhanede şöminenin önünde otururken karşılaştığı insanlarla konuşmaya çalıştı, ancak dili sadece donuk geliyordu.

Max, hayal kırıklığına uğramamaya çalışarak, her gün havada bir ozanın sözlerini sırayla telaffuz etme veya ezberleme pratiği yapmaya devam etti. Max'in düşündüğü kadar kolay değildi çünkü bunu yalnızken gizlice yapmak zorundaydı, çünkü Riftan'a ya da hizmetçilere böyle zavallı bir figür göstermek istemiyordu. Max büyü öğrenmeyi ve kaleyi düzenlemeyi de ihmal edemezdi. Ayrıca, kış mevsimi biter bitmez bahçenin peyzaj düzenlemesi yapılması gerekiyordu, bu yüzden Max şimdiden Rodrigo ve tüccar Aderon ile planlama ve bütçe ile uğraşmak zorunda kaldı. Kışın sonuna yaklaşırken yapacak o kadar çok şey vardı ki günü ikiye katlamak istedi.

"Yüzün son zamanlarda bir deri bir kemik kalmışa benziyor."

Dedi Riftan, banyo yaptıktan sonra yeni bir kıyafet giyerken Max'in yanağını okşadı. Max garip bir şekilde gülümsedi. Alışılmadık şeyleri bir anda yapmaya çalışmak doğal olarak onun için çok fazlaydı, son birkaç haftadır şafakta uyanıyordu ve o yaptığında uykuya dalıyordu. Enerjik şövalyenin yaşam tarzını takip ettikten sonra gözlerinin altında koyu bir gölge bile oluştu. Max, Riftan başparmağıyla onun gözlerini hafifçe silerken kaşlarını çattı.

"Beklendiği gibi, büyünü abartıyorsun, değil mi? Sanırım son zamanlarda bir iyileştirme büyüsü yapıyorsun ve bu yüzden…''

''P-pratik yapmak istiyorum… Bunu sü-sürekli ya-yapmalıyım kendimi geliştirmek için…herkes benimle i-işbirliği yapıyor. Bunu senin için yapıyorum Be-ben o kadar mana kullanmıyorum… Yaralanırsan seni tedavi ederim''

Sakince konuşmaya çalışırken Riftan'ın ifadesini dikkatle inceledi. Riftan ondan üç dört kat daha fazla çalışıyordu ama yüzünde hiçbir yorgunluk belirtisi yoktu.

Sadece bir iki gün değil, her gün üç dört saat uyuduğu halde nasıl esnemez? Ona baktı, biraz meraklıydı.

Demircilerde, eğitimli gardiyanlarda ve çıraklarda yeni silahların günlük üretimini tartışan ve denetleyen Riftan, yakın zamanda önümüzdeki su sezonunda başlayacak olan yol inşaatının temellerini atmaya başladı.

Vücudunu ikiye ya da üçe bölse bile, Max onun yaptığı şeyin yarısını kaldıramazdı. Yine de Riftan'ın yüzü güzel bir tene sahipti ve kaslı vücudu enerji doluydu. Riftan onu sıcak kollarla tuttu, kucağına koydu ve nazikçe kulaklarını ve ensesini okşadı.

"Sana kaba davranan kimse yok mu?"

"Oh hayır."

''…Peki ya zorluk?''

"B-bu zor bir iş değil..."

Riftan'ın kaşlarının arasında hafif bir kırışık vardı ve biraz gergin bir şekilde konuşuyordu.

"Eskiden hiçbir şey hakkında konuşmazdın, ama son zamanlarda sadece bu tür bir cevap duydum."

"Şe-şey, gerçekten... herkes bana karşı iyi. Kaba kimse yok..."

Ne tür bir cevap istediğini anlayamayan Max, cümlesinin sonunu ağzından kaçırdı ve sonra sessiz kaldı. Riftan sırtını yastığa dayayarak oturdu ve uzun bir süre Max'e baktı.

"Bahçenizin peyzajını planlamaya başladığını duydum."

''Ba-bahar geldiğinde… Ziyaretçiler gelecek ve bence o zamana kadar orayı süslemeliyiz…''

"Bu çok fazla iş değil mi? Hizmetçileri denetlemek zor olmalı…''

Max onun endişeli sesine acı acı gülümsedi, kimin çok işi olduğunu söylüyordu?

"Ri-Riftan ile karşılaştırıldığında... Bu hiçbir şey."

"Hey, beni kime benzetiyorsun? Hayatım boyunca antrenman yaptım. Fiziksel gücüm diğer şövalyelerden üstündür. Öte yandan, sen normal kadınlardan daha zayıfsın.''

"Be-ben zayıf değilim. Be-ben sağlıklıyım."

Max, babası onu kanatana kadar kırbaçladığında bile nadiren bayılırdı, bu yüzden küçük bir fare gördükleri için çığlık atan ve bayılan kadınlardan daha sağlıklı olduğunu düşündü. Ancak Riftan sanki saçma bir şey duymuş gibi homurdandı.

"Ne diyorsun, tüm hayatı boyunca kalenin içinde olan bir kadın mı?"

Büyük bronz eli ile belini tuttu ve endişeyle kaşlarını çattı.

"Bak, bir avuç bile değilsin. Vücudumun yarısı kadar incesin."

"Ri-Riftan... sen çok büyüksün... Eh, ben normalim."

Riftan burnunu kırıştırdı.

"Senin kadar zayıf tanıdığım bir kadın yok. Seni izlerken geriliyorum."

Onun sözlerini işiten Max biraz şaşırmış görünüyordu. Çok uzun boylu değildi ve sıskaydı ama onu gözünde çizdiği kadar zayıf değildi. Yine de Riftan gerçekten endişeli görünüyordu. Riftan'ın etrafında olacak kadar uzun boylu ve yapılı bir kadın var mıydı? Elbette Prenses Agnes, sefere katılacak kadar güçlü ve enerjikti. Max, yanında duran heybetli ve güzel bir kadın hayal etti ve sadece kafasına bir resim kadar güzel görünen bir çift çizdiğinde, kalbi bıçaklanıyormuş gibi ağrıyordu.

O noktada Max, kendini neden daha önce hiç görmediği bir kadınla karşılaştırdığını anlayamadı.

"Abartıyorsun. Bunun gibi… bilirsin, endişe verici derecede…''

Ağlamaklı bir hisle biraz daha güçlü bir tonda konuştuğunda, Riftan'ın sırtını okşayan eli biraz irkildi. Ağzını büktü ve endişeli bir sesle konuştu.

"Ama rüzgarın önünde durmandan endişeleniyorum."

Sonra Riftan vücuduna biraz sarıldı ve çenesini sıkıca başının üstüne bastırdı. Max başını onun kalın göğsüne dayadı ve sessizce atan kalbini dinledi. Pencerenin dışında sulu kar bir hayalet gibi uçuyordu.

Max, sessizlikte akan garip gerilimin farkındaydı: Bir noktada aralarında ince çatlaklar oluşmaya başladı. Riftan ona karşı şefkatli olmak için çabaladı ve onu aşırı derecede umursadı ama bunu Max'e söyleyemedi. Bazen Max'le bir yatak odasından fazlasını paylaşmak istemediğini hissediyordu ama tek başına tavrını suçlamak doğru değildi. Max de aynıydı, aslında kendini ona da kolayca açamıyor, onun karşısında doğal kalamıyor ve ona asla aşağılık bir görünüm göstermek istemiyordu. Max, Riftan'ın önünde konuştuğunda, herkesin önünde konuştuğundan daha gergindi ve onunla cesaretinin kırılmasından korkuyordu. İronik olarak, Max onu ne kadar büyük düşünürse, karşı karşıya olduğu duvar o kadar kalındı. Bu duvar yüzünden ilişkileri bir noktada derinleşmedi.

Max, fikrinin aşırı bir yanılsama olduğuna inanmak istedi. Dünyada daha derin bir ilişki diye bir şey yoktu, zaten aynı yatağı paylaştılar ve Riftan onu güvende tuttu ve eksik olmadan destekledi. Max onun için Calypse Kalesi'nin hanesine nezaret ediyordu ve bir gün ona bir halef verecekti. Bildiği kadarıyla, herhangi bir çift için bu yeterliydi. Üstelik babasının bencilliği yüzünden zorla bir ilişkiye girmişlerdi, bundan fazlasını beklemek küstahlık bile olabilirdi. Bu düşüncelerle Max, kalbindeki bir uyumsuzluk hissini kovdu.

"Bugün hiçbir şey yapmayacağım, yorgun olduğunu biliyorum, o yüzden rahatla."

Dedi Riftan, aniden onun sert omuzlarına dokunurken. Yatak odasında çalışmak istemediği için gergin olduğunu tahmin etmiş gibiydi. Max bir şey söylemeye çalıştı ama o sadece ağzını kapattı. Onun kollarında olmak istiyordu ama aslında çok yorgundu ve ona ilk uzanmaktan utanıyordu. Riftan dudaklarını onun alnına sürttü ve ciddi bir sesle fısıldadı.

"Bir molaya ihtiyacın var."

Onu yatağa yatırdı ve başucu lambasını söndürdü. Sonra doğal olarak yanında yatan Riftan, bir kolunu başının altına itti. Max onun böğrüne gömüldü ve kıpırdandı. Vücudu tatlı ve erkeksi kokuyordu ve onu kalbinin derinliklerine çekerken, Riftan hafifçe içini çekerek ve omzunu okşayarak biraz rahatsız oldu. Max dokunuşunun tadını memnuniyetle çıkardı. Riftan'ın vücudunun uyluklarında sertleştiğini hissetti ama Riftan'la daha fazla temas kurmadı. Geniş kollarının rahatlığı ve sükuneti içinde yavaşça uykuya daldı.

***

Ertesi gün kış yağmuru yağmaya başladı. Sonuç olarak, eğitim erken bitmiş gibi görünüyordu ve Max geç bir öğle yemeği yerken büyü kitabını okurken, sırılsıklam şövalyeler mutfağa koştu.

Max onları dikkatle karşıladı. Son zamanlarda, onu açıkça görmezden gelen şövalyeler, sık konuşma ve iyileştirme büyüsü sayesinde onunla memnuniyetle konuşmaya başladılar. Max değişiklikten dolayı çok mutluydu. Şövalyeler, kendilerine verdiği yemeği kaptı ve yeni pişirilen ekmek ağızlarında eriyince hikayeler hakkında konuşmaya başladılar. Max böyle saçma hikayeler anlatırken gülümsüyordu. Birden Yurixion'un mutfağa yaklaştığını gördü ve şaşkınlıkla ona koştu. Çocuğun yüzü kan içindeydi.

"Ne-neler oluyor? N-Ne oldu...?''

Önceki Bölüm                                                                                               Sonraki Bölüm